UYANIK OLMA İMKÂNI OLARAK ŞİİR VE ŞAİR

OKUNTU: Şiir; bir duyma, sezme ve hatta uyanık olma imkânı olabilir mi? Olabilirse, şairin yolculuğu, bu imkânı elde etmeye mi yöneliktir? Yoksa şair, bir bilme ve bilinçlendirme eyleminin sorumluluğunu mu üstlenmiştir?

ÖMER ERİNÇ: İnsan; gurbetini kendisi hazırlayan bir varlıktır, başlangıçtan bugüne. İlahi denenişin ardından; bulunduğu mekânından, bulunduğu zamanından ayrılarak yeryüzüne gelmiştir. Meşakkatlerin, zorlukların yurduna! Zulümlerin, inkârların kolaçan eylediği dünyaya! Bu durum bir yandan kendi seçiminin sonucudur. Diğer yandansa, sınır tanımazlığının neticesidir. Çünkü daha başlangıçta kendisini, çevresini tanıma bilgisi sunulmuştur, mayası insan olan varlığa. Âdem’e, bütün isimlerin öğretildiği bilgisinin açıklanması durumun göstergesidir. Öğretilen bilgi; varlık bilgisidir aslında. Kendi varlığını ve diğer yaratılmışların varlığını anlama, kavrama bilgisidir. Tanımlama ve anlamlandırma bilgisi de, sunulan bilginin içindedir. Her türlü bilginin hülasası, alenen serilmiştir önüne. Sergilenenler içersinden seçimini yaparak eylemini anlamlı kılması için! Seçenekler konulmuştur yanına, yöresine. Töre ve geleneklerin; fıtratı örten karanlığına geçit vermemesi adına! Bilme ve bilinçlenme ediminin gereklerini yerine getirebilsin diye. Vakitsiz serpilişlerin alacasına aldanmaması için! Kuşatıcı anlamıyla bilinci kuracak bilgi, verilmiştir Âdem’e.

‘Önce söz vardı.’bildirisi, insani eylemin çağlar boyu yankılanışına yataklık etmektedir. Tasavvurunu insanın kendisinin kurabileceği bir dünyayı işaretlemektedir. Bir tasavvur dünyasının oluşturulmasına yönelik adanışın işaretleri; insanın ruhunda mayalanmaya devam etmektedir. İnsana düşen, içinde varoluşunu sürdüren dönüştürücü sırların farkına varıvermektir. İçine doğru yolculuğuyla, derinlerinde devinen karşı durulamaz kımıldanışların cıvıltısıyla karşı karşıya gelir şair. Bir kavrama ve sezme imkânı olan, içinin şiirini yakalar. Sürüp gelen çağlardan akan insani yolculuğun, önlenemez yükselişiyle hayatın kök anlamına kavuşur. Destanlaşan bir yürüyüşün, omuz omuza durulmuş saatleri çalışır yeniden.

Aile kavramının bütünlüğü; şairin beninden yeryüzü kırlarına iner.’Merak, ruhun fiyakasıdır.’anlamını çağrıştıran şiir, yelpazesi dansını başlatır toprakta. Şiirlerde, türkülerde, resimde, müzikte aşındırılamayan varlığı kavrama arayışı yankılanır. Kala kala içine dönüp bakış açısını derinleştirmek kalır insanoğluna. Aslolan inceliklerin harmanından süzülen ışığı görebilmektir artık.

Sesinin rengârenk açılımlarını devşirmektir. Duyarsızlığın, sığlaştıran saldırısından olabildiğince uzaklaşmaktır. Sesine yabancı kalmamaktır. Pasaklaşan unutkanlıkların detaylarına kapılmadan, yolunu, yönünü tayin etmektir. Sezen, anlayan, kavrayan bilgeliğiyle; keşfetme kararlılığını sergilemektir. Konum kotarma soytarılığının ötesini yoklamaktır daima. Sessizliğin çürüten evreninden kaçmaktır. Eylem doğuran, devingen merakların doruklarına tırmanmaktır. Öz benliğinin yağmalanışına seyirci kalmamayı türküleştirmektir. Kahkahalarla bütünleşen kösnüllüklerin dolaşımına, duyargalarını kapamaktır. Tasarlanan karabasanların işbirlikçisi olmamaktır.

(Ki İradeli olarak yaptıklarının hesabını verebilsin. Emeğinin, yorgunluğunun karşılığını bulabilsin. Deneniş ve sınanış yurdu olan dünyayı, kendi emeğiyle imar edebilsin. Seçiminin sonucuna katlanabilsin. Herkesin son oyunundan sorulacağı hakikatine erebilsin. Kimsenin, bir başkasının günahını yüklenemeyeceği bilincine varabilsin.

Her halükarda çalışmasının, çabalamasının karşılığını bulacağı gerçeğine ulaşabilsin. İsyanlarının, inkârlarının resimlerine bakarak yaşayışını sürdürebilsin. Kendisi olmanın, kendisi kalmanın zorunlu dersine çalışabilsin iyiden iyiye. Ayrıntıları görerek; özgül doğrunun divanına durabilsin. Yalanın, dolanın kıyıcılığından uzaklaşabilsin.

Dilin dünyasına doğarak; görünenin, görünmeyenin keşfine çıkabilsin. Zorbalıklarının ve hak gözetirliğinin yol boylarına gide gele, kendi azığını hazırlayabilsin. Her gidişin bir dönüşü olacağının ayrımına vararak eylemine devam edebilsin. Karşılaştığı her şeyden öğününü devşirebilsin. Azıksız varmasın ulu dergâha.

Açmazlarını sorgulayarak tuzaklara karşı uyanık kalabilsin. Sömürünün ve melezleşmenin yayılışına prim vermesin. Kendi bireyliğinin ödevine açılsın çokça.

Kapıkulu kalmamak kaygısını, bütün varlığıyla yaşasın. Konuşsun ki; sözcükler giyinsin, yaratılıştaki gerçekliği. Ateşleri dolaşmasın ervah! Yakarışların incelten kervanına katılabilsin kişioğlu.

Sürüleşmenin bilinçsizleştiren salgınlarına kapasın duyarlığını.’Bütün yönler silme Mekke’ diyen Usta’nın, işaretlediği yöne baka baka zulmün festivallerini eritsin bir bir. Kör dövüşünün ufalayan akıntılarına karışmadan bakabilsin; yeryüzüne, gökyüzüne.

İnsanlığın Arafat buluşmasıyla başlayan, bir araya toplanış armağanını hatırlayabilsin. İnsanlığa yön bulma, yol bulma pusulası olan; şehirlerin anasına dönerek varlık yurdunu anımsayabilsin. Bir hesap gününe yürüyüşün provası kalan Arafat toplantısıyla sözüne ihanet etmediğinin şuuruna erebilsin. Yeryüzü dergâhında güzel eylem için bulunduğunun farkında olarak; gerektiği üzere hazırlanabilsin eylemlerine.)

Şiir; bir içten yakalama, içerden kurma eylemidir. Bir ideolojinin şerhi olma durumuna sahip değildir. Telkinlerle yatağını genişletme imkânına kavuşamaz. Özgün ve özgür duyguların, kımıltıların, yürek çarpıntılarının, çatısı kelimeler olan yapıda ete, kemiğe bürünüşüdür. Şairler, kelimelerin anahtarını kalbinde taşıyan kimseler olup gönülden sökün eden güzelliğin kâşifleridir. Şair sözünün dünyasına çabucak girilemeyişi bundandır. Şairin, bireyliğinin devinimiyle süren şiirin hayatiyeti, olabildiğince özeldir.’Şiirin manası, şairin karnındadır.’deyişi, şiirin özel anlatım biçimi olduğuna delalet eder. İncelen bir yüreğin tanıklığı olmasıyla şiir; toplum vicdanıyla örtüşebilir kimileyin. Uygarlıkların yükselen değerlerini temsil noktasında söz sahibi oluşu bundandır. Çünkü incelen bir yüreğin haykırışı olmasıyla şiir; yükseliş ve düşüşü çabucak sezdirebilme durumuna sahiptir. Medeniyetlerin, doğurgan zamanlarında yükselen değerlerin iktidarı şiirle kurulurken, bozgun zamanlarında da durumun vahameti şiirle ortaya konulabilir.

OKUNTU:’Deneniş ve sınanış yurdu’ dediğiniz dünyada, şairin, hem kendisi hem de insanı adına, uyanık kalma ve azık hazırlama eylemi içinde olduğu anlaşılıyor. Şairin bu tanıklığına, bilinçli yolculuğuna, tarihsel akış içinde örnekler verebilir misiniz?

ÖMER ERİNÇ: Sezai Karakoç’un ifadesiyle, bozgunda bir fetih düşü görerek şiir burcuna tırmanan Yahya Kemal; bozgun zamanlarının prensi olarak, fetih zamanlarına çevirir projektörlerini. Tarihi kuran düşüncenin nabzını tutmaya çalışır kendince. Kimileyin hayıflanarak, kimileyin de coşarak tarih ağacına yaslar şiirlerini. İstanbul’u köşe bucak konuşturur şiirlerinde. Köksüzlüğe, kökensizliğe; geleneğin mayasından devşirdiği bilinçle karşı durur. Üsküdar’dan Erenköy’e, Kandilli’ye, Süleymaniye’ye ve Endülüs’e kadar giderek Anadolu toprağının, Rumeli toprağının rengini, kokusunu giydirir şiirlerine.

İnsanı kalbinden tutmaya çağıran Nuri Pakdil’de de savruluşlara ve yozlaşmalara dikkat çekilerek; biat eylemiyle bütünleşen arkadaşlıkların, dostlukların oluşturulmasına çevrilir bakışlar. Batılılaşmanın uçurumlara götüren kıyıcılığına vurguda bulunulur. Kudüs’ü düşünme, Mekke-Medine ile bütünleşme saatlerini hatırlatarak; insanı kuran şehirlerin dünyasına dönmeye çağırılır okuyucu. Bilinçli bir okur için; Nuri Pakdil’in yazıları, evrensel insan sıcaklığının gerekirliğiyle donatılmış metinlerdir. Yüce Önder’in geliştirdiği insan coşkusunun, arkadaşlık tutkusunun cansiperane savunucusu olarak görürüz Pakdil Usta’yı.

Sömürünün, çokuluslu güç odaklarının yaymaya çalıştığı albastıların ufunetinden uzaklaşmaya dair çağrıların şöleniyle yüz yüze geliriz Nuri Pakdil’in anlatılarında. İnsanı kuracak, kurtaracak düşüncenin vahiy olduğu realitesine ulaşırız, sözünü ettiğim yazarın denemelerini okudukça. Önder’in seslenişine önkoşulsuz bağlanmanın, soylu akınından izler dereriz. İstiğfar sularında arınarak; gecenin ve gündüzün sahibine yöneliriz.

İnsanı; korkmamaya, üşümemeye, düşünceden ürpermeye çağıran Cahit Zarifoğlu da; eşleri ve çocukları gülerek, gülümseyerek karşılamanın gerekliliğine vurguda bulunarak; zarif dostlukların dünyasına çağırır okuru.’Beyaz haberler doğurmak için boğulmayan’ çocukların; rüyasını yorumlamaya davet edilir, duyarlık sahipleri. Toplumumuzun destanının anlatıldığı ‘Yedi Güzel Adam’ın her biri, farklı açılardan ’beyaz haber’ yorumlayıcıları tavrıyla yürüyüşlerine devam ederler.’Yasin okunan çarşıların’ mutmain evreninden,’müthiş bir iman ağrısı çeken Raskolnikof’un acılı hayatına bakarlar. Yüzyılın nesneleşen insanının trajedisini okurlar. Önümüze serdikleri atlasta; kendine dönmekten korkan, kendinden kaçan insanla, dönüşümünü kendi içinde arayan bireylerin korkularını, hüzünlerini, pişmanlıklarını izleriz hep.

Yahya Kemal’de zaman tarihtir. Şimdisi yoktur Yahya Kemal’in. Resmi öğretinin takibine uğramayışı bundan olsa gerektir. Çünkü şimdisiz bir zamanı yaşamanın aynasından bakmaktadır yeryüzüne. Paranteze alınmış bir şimdiki zamanda ilerleyişini sürdürmektedir. Tarihin kilitlenen arşivinden coşturmaktadır tutkularını.

Nuri Pakdil’se; şimdiki zamandan tarihe bakar. O’nun için tarih çözülüşü duymanın, anlamanın merkezidir. Zamana öğretisel, tarihsel bir bakışla sorunlarımızı çözeceğimizin bilincindedir. Yazılarının özel mekânları olmakla birlikte, bütün yeryüzünü dolaşır Pakdil. Usta’nın ifadesiyle ,‘Klâs Duruş’ sahibi olunmadan kavranamaz, yeryüzündeki konumumuz.’Sükût Sureti’nde konuşan Pakdil;’Arap Saati’nde kardeşlik saatini çalıştırır. Böylece  ulusçu, dayatmacı, bölüp parçalayıcı saatlerin işleyişini iptal etmenin arayışını sürdürür. Yeryüzüne öğretisel bakmanın kaçınılmazlığına işaret eder sonuçta.

Sezai Karakoç’ta ise; medeniyet hamlesinin doğurgan kandilleri aydınlatır dünyayı. Karakoç’ta; tarih bir şuur birikiminin dışlaşması olarak belirir. Uygarlık coşkusunun devingen mekânlarına vurguda bulunulur. Gelenekle sağlam bağlantılar kurmanın bugünün duyarlığıyla mümkünlüğüne dikkat çekilir. Yani şimdiki zamanda yaşayan insanın, şimdiki zaman ve tarihsel zaman bilincine sahip olmakla sıkıntılardan kurtulacağının işareti verilir. Şiirlerine ve yazılarına bakıldığında söylenilmek istenen durumun vuzuha kavuşacağı kanısındayım.’Masal’ şiiriyle oğulları batıya giden bir babanın; altı oğlu kendi kimlik ve kişiliğine yabancılaşırken, yedinci oğul, kimlikli duruşuyla yabancılaşmaya muhalefeti destanlaştırır. Yazılarında İslam tasavvufunun, tarihin ve geleneğin inceden inceye yol alışı, Sezai Karakoç’un, şiirlerinde de aynı görülür. İslam uygarlığının yansımalarını yazı ve şiirlerine aktaran yazar; din coşkusunun yankılandığı bir duyarlık ve bilinçle uyarır okuru. Beşeriyeti ufalayan teknolojik saldırganlığa karşı durabilmenin imkanını‘yeniden doğuşçuluk’ diyebileceğimiz ‘Rönesans’ kavramıyla izah eder. Manevi bir dünyaya doğuşun işareti olarak da ‘diriliş’ kavramını koyar ortaya. Bu kavram, iki dünyayı da içersinde barındıran bir anlam genişliğine sahiptir. Dünyada dirilenler, ötede de dirilmeyi seçenlerdir. İnsanlık; diriliş imkânını ancak ilahi vahyin çevrimine girmekle elde eder. Diriliş imkânı ise topluca bela denilen günlere bakmakla anlaşılacak bir durumdur. Bundan dolayıdır ki Sezai Karakoç şiiri; ruhumuzun kendi zamanına dönmeyi seslendiren bir şiirdir diyebiliriz.

OKUNTU: Sezai Karakoç’a, Yahya Kemal’e, Nuri Pakdil’e yaptığınız atıflarla, yaptığınız şiir-medeniyet yorumunda öğreti, merkezde yer alıyor. Yani diriliş imkânı öğretinin belirlemesiyle mümkündür. Oysa Garip ve İkinci Yeni şiiri var. Hem de bugün öğretinin şiirini yazdığını söyleyenlere modern şiirin kapılarını açan şiir hareketleri bunlar?

ÖMER ERİNÇ: Yaşadığımız çağ; vehimler, kuşkular çağıdır. İnsani öz, en çok bu çağda ufalandı. Bilişim ve iletişimin kurgusal tasarımları, hayatın yalınlığını kaybettirdi. Doğurgan dokularından koparılan hayat; hazların, yersizleştiren, yurtsuzlaştıran pratiğiyle eşitlenmeye çalışıldı. Yaşamanın anlamını oluşturan kutsaldan uzaklaştıkça özgürleşeceğini tasarlayan insan, modernliğin ürettiği esatirin korumacılığını üstlendi. Yalan makinesine bata çıka, arınma seanslarıyla bönlüğünü, budalalığını gidermenin yöntemlerini araştırdı. Pasaklarını yolmanın detaylarını dolaşırken, ayağındaki zincirleri göremezleşti. Görme eyleminden kopuşuyla önüne her ne getirildiyse, sorgulama gereği duymadan ülküleştirdi.

yüzyılla birlikte yeryüzünü şekillendirmeye başlayan materyalizm; şehveti yücelten, biyolojik bedeni kutsayan, mitler üreten fetişleştirmelere neden oldu. Yeni kavrayışların tuzağına itelendi insan. İç gerçekliğini ele veren tutamaklara yabancılaştı. Tinseli, algılayış ve anlayışta kırılmalar meydana geldi. Yeryüzü cenneti kurmayı vadeden pozitivist algılayış, anlam düzeneğini sil baştan yeniledi. İnsanı dünyaya atılmış bir varlık olarak algılayan bu anlayışlar, dünyaya gelmeyi saldırıya maruz kalmak diye yorumladılar. Sonunda yaratılış gerçekliği tersyüz edildi. İnançsız edemeyen insanoğlu idollerin kılavuzluğuna emanet edildi. Kutsalın varlığını anlayış ve algılayış düzeneği darmadağın oldu sonunda. Fizikötesinin devreden çıkarılmasıyla insan, yalan tezgâhlarının savunuculuğunu yerleştirdi göğsüne. Yalnızlığıyla baş edemeyen kişioğlu; açmazlarını, korkularını, sevinçlerini, acılarını, umutsuzluklarını, vehimlerini, yaşamak oyununu anlatmanın yöntemini aramaya başladı. Fiziksel gerçekliğin yön göstericiliğiyle sorunlarını aşabileceği kandırmacasına tutunarak öz gerçekliği ateşe vermenin gönencini ilkeleştirdi. Prometeleşen insan; ilahi iradeye başkaldırmanın çıngısını taşıdı elden ele. Modern düşüncenin hakikat ve insan algılayışı girdirildi yürürlüğe.

Garip şiiri; ideolojik bir şiir olup şairi, hafızasızlaştırmaya yönelik bir atılımdır. Yüzyıllar boyu akan şiir damarının paranteze alınışıdır. Bütün kök bağlarının reddedildiği bir duruşun ifadesidir Orhan Veli şiiri. Sarsılan, bocalayan insanlık konumunu şirazesinden koparmak amacını taşımaktadır. Küçük tutkuların dünyasından hayata bakan insanların açmazlarının anlatılışıdır. Resmi ideolojinin perspektifinden yeni bir hayat ve insan yorumu deneyişidir. Yabancılaşmanın, çokuluslu ortaklıkların yedeğinde gelişen şehrin; varoşlarını yurt edinen arabesk bir algılamanın tezahürü olarak belirginleşir. İmgeden yalıtılmış bir şiirin; bir şiir dili olamayacağı aşikârdır. Zihnin şiiri olarak varlığına kavuşan Orhan Veli şiiri, besleyici bir damar olamadığından,1950’li yıllarla birlikte şiir, kendine yeni bir damar keşfeder. Bir kaçış ve anlaşılmazın şiiri olarak görülse de ülkemizdeki şiir atılımının kökünü, keşfedilen bu damar oluşturur. Bir arayışın şiiri olarak belirginleşen ikinci yeni şiiri; imgelerle, sembollerle, bireyin açmazlarını anlatarak yatağını genişletir. Şiir algısının merkezini keşfetme anlamındaki bir durumun anlatılışı olarak ikinci yeni ve sonrasında meydana gelen yeni bakış açıları; bir merkezi konum oluşturamaz. Gerek sosyal değişiklikler, gerekse toplumsal benin parçalanması yeni şiirin merkezileşmesini önler. Siyasal koşulların da bunda etkisi vardır. Güncelin tezgâhında can çekişen bireyci zihin, parçalanmış benin dağınık duruşunu anlamaya çalışır. Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki; ikinci yeni şiirinin öncüleri, şiir birikimimizden yararlanmayı ihmal etmezler. Şairane duyuş ve düşünüşün kâşifleri olarak görülebilirler. İkinci yeni şiir atılımından beslenen şiir damarı; günümüz şiirini de etkilemektedir hâlâ. Ne kadar reddedilmeye çalışılsa da beslenilen öncü şairler ortadadır. Küresel dayatmanın imhaya yöneldiği insani duyarlık; diklenişini kollama anlamındaki yayılışını sürdürmektedir şimdilerde. İçimizin doğrultusunu okuma, anlama, kavrama arayışını kesintiye uğratmazsak; insanlık hallerini çözümleyen bir şiirin doğuşu kaçınılmazdır.

Ancak dikkat edilmesi gereken ölçüt önemlidir burada. Yazılan şiirin beslendiği damarın akışı yönlendiriyor şairi. Genel geçer heveslerin yedeğinde açılımını sürdüren duyarlık, temel insani gerçekliği içeren bir durumun açıklayıcısı olmaya uzaktır. Şairin zihnini besleyen gerçekliğin ehemmiyeti yol gösterici oluyor bu durumda. Modern şiirin içeriğini de aşan bir anlatıyı seslendirmeleri nedeniyle; Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve Cahit Zarifoğlu önemlidir. İnsanlık macerasını kuşatıcı duyarlıklarıyla bu şairler, bulundukları zaman ve mekânın ötesine uzanmayı, tanımlamalarını yeni baştan kurmayı göze almışlardır. Yaslandıkları yer ve dünya görüşü bellidir. Evrensel insan sıcaklığını yansıtan bir damardan deriyorlar duyarlıklarını. Yazdıkları yazı ve şiirlerin ayrıksı duruşunun nedeni bu olsa gerektir. Hakikatin dünyasından derledikleri bilinç ve duygularıyla insani duyuş ve düşünüşü seslendiriyorlar. Kendilerine mahsus dünyalarını kurmaları nedeniyle, ilk bakışta yazılan şiirin, kime ait olduğu fark edilebiliyor. Dikkatli bir okur, yazılı metni gördüğü yerde şairini de tanıyabiliyor hemen.

Şimdilerdeyse, yeterli bilgi ve duyarlığa sahip olamayışın ortaya çıkardığı bir sorun olarak şiirin ve şairin dünyası keşfedilemiyor. Plastik bir duyarlığın evreninden kalkan şairin, hangi dünyadan seslendiğini anlamakta zorlanıyor okuyucu. Şiirin, hakikatle bağını kurmakta güçlükler yaşıyor. Siyasal işleyişin günübirlik seyri, insani duyarlığı perdeliyor giderek. Yaşanan istikrarsızlıklar şiirin ve düşüncenin önünü tıkıyor. Zihnin de bir mekânı olmayınca, şairin aidiyeti konusunda çelişkiler ortaya çıkıyor. İnsanlığın yeryüzü serüveniyle bütünleşen bir şiirin yazılması güçleşiyor. Modern şiirin ortaya koyduğu imkânlardan da yararlanarak; hakikati perdeleyen aymazlıkların aşındırılması mümkünken, öğretisel bir duyuş ve düşünüşe sahip olamayış, vehimlerin, kuşkuların, bireysel açmazların, umutsuzlukların, korkuların anlatısına yöneltiyor şairi. Bu da tek tip, tek boyutlu bir şiirin dolaşımını imkân sağlıyor. Yazanla okuyan arasında bir alışverişin olmayışı sonucunu doğuruyor. Dolayısıyla şairin; şiirindeki ve dünyadaki duruşu karmaşıklaşıyor.

Tek tipleştirmenin sömürgeci akınlarıyla sarsılan insanlık; uyarıcısını beklemektedir. Yol kılavuzu bulamamanın şaşkınlığıyla bocalamaktadır. Kara siyasanın kulvarlarında ıskartaya çıkarılan gövdesinin acıyan yanlarıyla oyalanmaktadır. Mekanizmaya eklenişin çürüten kıvancıyla sevişmektedir ancak.

Şiir; parçalanan insanlık durumunun bütünleştirilmesine ilişkin hâllerin işaretçisidir. Ayrıntılarına kadar bütün her şeyi anlatma konumunda değildir. Hayatın pratiğinden süzülen kelimelerin; inceltilişi, dönüştürülüşüyle sürdürür ilerleyişini. İnsani duyarlığı keskinleştiren özerk alanların hissettiricisi olma ödevini yerine getirir.

İdeolojik telkinlerin deltası olmak, şiirin yasasına aykırıdır. Coşturan, kabına sığmazlaştıran atılımlarıyla buluşturur, yeryüzü sakinlerini. Korkuya mahal bırakmayan kalbiyle yüzleşmesini bekler insandan. Sabrın ve diklenişin örsünde yoğrulan benin bilgisine kavuşmanın perdesini aralayarak; hakikatin doğrulanan adresini bulmaya çağırır kişioğlunu.

OKUNTU: Şiirin,’ideolojik telkinlerin deltası’ olmasını doğru bulmuyorsunuz. Ama sömürünün fark edilmesi, çıkmazların işaretlenişi, direniş durumunun kazanılması, temel bir öğreti bilinçlenmesi içinde şiiri; neredeyse tek ve mutlak insan etkinliği gibi algılıyor(algılamak istiyor)sunuz?

ÖMER ERİNÇ: Buraya kadar söylediklerimden sanki şiir tek hakikatmiş gibi bir sonuca ulaşma tehlikesi seziliyor. Oysa şiir; hakikati duyuran, hissettiren bir etkinliğin adıdır. Kesinlikle hakikatin kendisi değildir. Temel gerçekliğin iç boyutunu hissetmemizde, önümüze ufuklar açar. Tek hakikat Tanrı ve ilkeleridir. O’nun yanında diğer bütün gerçeklikler görecedir, değişkendir. Bu anlamıyla şiir de zihni bir faaliyet olup görecedir. Bütün insanlığın ortak duyarlığına denk düşen söyleyişler; insani tecrübenin bir sonucu olarak tek hakikat olma durumuna sahip değildir. Öyleyse şiir; bizim hakikati arama halimizin bir ifadesidir. Mutlak esenliğe çıkarma konumunda değildir hiçbir zaman.

Günümüzde, gerçeklik anlayışının değişime uğraması, şiire taşıyamayacağı ağırlığın yüklenmesine neden olmuştur. Biyolojik bir varlık olarak değerlendirilen insanın, hakikate yabancılaştırılması; şiiri, vahye eş tutmaya götürmüştür. Putperest kültürün yaygın olduğu dönemlerde hep böyle olmuştur. Pagan özellikler taşıyan Arap kültürünün etkin olduğu vakitlerde de şairler, peygamberlerle eşdeğer tutulmuştur. Kelamın, en beliğ ifadesi vahiy olduğundan böyle bir eşleştirmeye gidilmiştir. Oysa vahyin muhatapları, ancak peygamberlerdir. Şiir de az sözle çok şey ifade etme sanatı olduğundan, hakikatin yabancısı olanlar, böyle bir değerlendirmeye gitmekte sakınca görmemişlerdir, görmüyorlar da.

Modern zamanların karmaşık sorunlarıyla yüz yüze gelen günümüz insanı; kendi düşünce ve duyarlığına bigane kalmıştır. İçine dönüp bakma fırsatını bir türlü yakalayamamaktadır. Trajik olanın ağırlığı altında ezilmektedir ancak. Dolayısıyla yapıp eylediklerine de trajik olan mührünü vurmuştur. Aslına bakılırsa trajedinin hazırlayıcısı da insanın kendisidir. Yenilgilerini ve yengilerini kendisi tasarlayan varlık için, acının gündemde tutulması kaçınılmazlaşmıştır. Parçalanan birey; parçalarını toplamaya çalışmaktadır her yerde. Kendi döküntülerini toplamanın telaşındadır. Aşkın, muhabbetin, dostluğun bile anlatılışında; trajik olanın ağır basmasının nedeni bu olsa gerektir.

Sömürülen, horlanan, zulmedilen insanoğlu; kendi konumunu, savaşımını seslendirmek, içinin derinliklerine bakmak, yurdunun yağmalanışına tanıklık etmek, menkıbesini konuşturmak adına şiir söylemekte ve yazmaktadır.

Yakarışlarını, tövbelerini de aynı biçim içersinde kelimelerle kayıt altına almaktadır. Arkadan gelenleri uyarmak, bozgunlar ve iğvalar karşısında diri kalmalarını sağlamak adına; yol işaretçileri, sözün özetini bırakmaktadırlar. Yoksa temel gerçeklik anlamına gelecek bir duruşun ifadesi değildir söylenenler, yazılanlar. Ancak öz gerçekliğin evrenini hissettirici çabalardır.

OKUNTU: Yayımlanan şiirlerinizin toplamına bakıldığında sürekli yatağını genişletme arayışı önde gidiyor. Durağan bir akış söz konusu değil. İlk şiirlerinizin toplamı olan’ Turna Gözleri ve Karanfil’de; kısa, sorgulayıcı, yalın bir dille söylenen şiirler yer alıyor. Dildeki sadelik hemen kendini ele veriyor. Vurucu, çarpıcı reddedici bir duruş söz konusudur. Bu şiirlerinizde, tarih ve yağmalanmış bir toprağın insanlarının acıları da, inceden inceye hissedilir. Kudüs, Filistin, Ortadoğu gibi mekân adları sıkça vurgulanır. Aynı dönemde sizinle EDEBİYAT DERGİSİNDE şiirleri yayımlanan şairlerin, şiirlerinde de Ortadoğu coğrafyasında yer alan mekânlara sıkça vurgu yapılmaktadır. Neden ortak mekânlar sıkça vurgulanıyor, o dönem şiirlerinde? Sizin şiirlerinizdeki Ortadoğu, Filistin, Kudüs vurgulamasının anlamı nedir? Niçin yağmayı ve yıkımı gündemde tutuyorsunuz?

ÖMER ERİNÇ: Ortadoğu uluslarıyla, aynı inanç ve kültür atlasının insanlarıyız. XX. yüzyılda en çok acıyı da bizler yaşadık. Parçalanmışlığın her türünü iliklerimize kadar hissettik. Sevinçlerimiz de acılarımız da ortaktır. Belleğimizin ceplerinde aynı adresler gezinir. Yönümüz, kıblemiz birdir. Ne kadar suni bölünmüşlükler, parçalanmışlıklar yaşasak da ortak bir inancın, ortak bir kültürün aynasından bakıyoruz dünyaya ve hayata. Aramızdaki sınırlar; cetvelle çizilmiş, yapay sınırlardır. İnanç ortak paydası etrafında toplanan halkların; yaşadıkları toprakların, şiirlerimizde yankılanmasından daha doğal ne olabilir.

İçimizin derinliklerine giden doğrultusu yoktur, el yordamıyla çizilen sınırların. Sömürge çağında yalnızlaştırılan Ortadoğu insanları; yapaylığın, suniliğin farkındadırlar. Ki yüzyıllar boyu aynı iklimi soluduk bölge toplumlarıyla. Onun içindir ki gerek benim şiirlerimde, gerekse diğer şairlerin şiirlerinde Ortadoğu baskın bir şekilde yer alıyor. Kalbimizin buzunu çözecek ısının; bu coğrafyanın kokusuyla beslendiğini hissediyorum. Bizi insani var oluşumuzla bütünleştiren algılayışın bu topraklardan yükselmesi, Ortadoğu’nun önemini kavramaya yetmiyor mu? Zamanın kuruluşuna tanıklık yapan şehirlerin de burada yer alışı, bu yöndeki bakışımı keskinleştiriyor. Bilincimi bıçkınlaştıran atılımların buradan beslendiğini görmem, bu topraklara yönümü çevirmemi zorunlu hale getiriyor. Tarihin yankılanan coşkusuyla donanmamı zorunlu kılıyor. Aynı kaderi paylaştığımızın ayırtında olarak; Kudüs’ü, Filistin’i, Mekke’yi, Medine’yi, Afrika’yı, İstanbul’u, Bağdat’ı şiirimin doğurgan mekânları olarak görüyorum.

Ayrıca Ortadoğu’ya kayıtsız bir entelektüel düşünemiyorum. Yitiğimizi arama mecburiyetimiz kaçınılmazlaşıyor giderek! Ki yurdumuz da bir Ortadoğu ülkesidir sonuçta. Uzun zaman İstanbul’dan gelecek fermanı bekleme kararlılığındaki bölge insanları; modern zamanların problemi olarak birbirine yabancılaşmış, kayıtsızlaşmışlardır.

Yönümüzü batıya çevirmemizledir ki Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya duyarsızlaştık. Uzun zaman kaldığımız toprakları düşünemezleştik. Türkülere işleyen bir duyarlığın yabancısı olduk. Halk hafızasını yansıtan türkülere, masallara, ninnilere bakılırsa, ilk bakışta sezilebilir, sözünü ettiğim durum.

Korkularımızın ve umutlarımızın ortaklığıyla beklentilerimizi açıklayabileceğimizi umuyorum. Dönüp yeniden bakmak, bir daha bakmak ve değerlendirmek gerektiğine inanıyorum; trajik parçalanmanın, bölünmenin nedenlerine. Dikkatleri her an buraya yöneltmek anlamında; şairler, şiirlerine Ortadoğu şehirlerini ve iplenmeyen insan duyarlığını taşıyorlar diyebilirim.

Aydınların temel sorumluluğu, bu yapaylığı sorgulamalarıdır. Düşünen herkesin bu sorumlulukta payının olması kaçınılmazdır. Bugün iyice anlaşılmıştır ki bölgeye duyarsızlık aydın olma sorumluluğundan kaçışın ölçütüdür. Çünkü insanlığın atardamarları ve toplardamarları bu topraklarda atmaktadır. Ortadoğu’nun nabzını tutanlar, yeryüzünün nabzını tutmaya hak kazanıyorlar. Yüzyıllar boyu sahnelenen savaşların burada oynanıyor olması, bu yöndeki bilincimi kışkırtıyor. Ellerimin hünerini sergilemeye çağırıyor beni. Tarihe derinlemesine bir yönelişle Ortadoğu’nun, Afrika’nın, Balkanlar’ın önemini kavrayabileceğimizi seslendiriyor. Derinliksiz bakış açıları bizi her zaman yanıltabilir. Bütün uygarlıkların bu topraklarda zuhur edişi kabullerimin doğruluğunun kanıtıdır. Her kim burada buyuran güç olmuşsa, yeryüzündeki konumunu sağlamlaştırmıştır.’Filistin bir sınav kâğıdı/her mümin kalbin önünde’ diyen Cahit Zarifoğlu da, bu karşı durulamaz sonuca işaret ediyor. Siyasal ve kültürel bilincin oluşması Ortadoğu’ya sağlıklı bir bakışla söz konusu olabilir.

Eli kalem tutan herkes, uygarlığının neşvünema bulduğu toprakların talan edilmesine seyirci kalmamak zorundadır.

Elbette bir tarihin yağmalanmasına, talan edilmesine benim de kayıtsız kalmam düşünülemezdi. Çokuluslu cephenin baskın uçarılıklarıyla el birliği yapmam söz konusu olamazdı. Bozgunlarla gelişen sürece eklemlenmem, yok olmam anlamını taşıyacaktı sonunda. Onun içindir ki şiirlerimde; yakılan tarihten, yıkılan, kurutulan, sülük akıtılan çeşmelerden söz ediyorum. Uygarlığımın yapıtaşlarını savunuyorum. Üstümüze haksızca saldıranlara, yaşamak hakkımızın bulunduğunu haykırıyorum.

Bizim medeniyetimiz suyu önceleyen bir duruşa sahiptir. Susuz yerine getiremezsiniz, günlük edimlerinizi. Bu nedenle İslam şehirleri çeşmelerle, sebillerle donatılmıştır.’Su gibi aziz ol.’deyişi durumun sarih açıklamasıdır.

OKUNTU:’Geniş Zaman Süvarileri’nde uzun soluklu bir şiire açılmışsınız ve daha geniş bir coğrafyadan yola çıkıyorsunuz. Bir bakıma coğrafyayı da aşan evrensel dirim-ölümü dillendiriyorsunuz.’Dirim’i sunanlar süvariler olsa gerek. Bu genişlemeyi biraz anlatır mısınız? Nedir bu telmihler, aşk halleri, çağrılar, uyarılar?

Ömer ERİNÇ:’Geniş Zaman Süvarileri’ çağrışımıyla; çağlardan çağlara akan bir öğretinin sürekliliğini ve açıklayıcılarını işaretlemek istedim. İnsanlığın yeryüzü macerasına bir not düşmeyi denedim. Âdem’le başlayan hakikat öğretisinin aşınmazlığını vurgulamayı temel sorumluluğum olarak algıladım. Bu nedenle farklı bir tanımlama, yorumlama denemesinde bulundum. Bugünün duyarsızlaşan insanına; hayatın sürüp giden bir devamlılığa sahip olduğunu yeniden hatırlatmak istedim. Bunu yaparken günümüzle de bağlantı kurmanın zorunlu olduğu sonucuna vardım. Bu durum zorlu bir yola çevirdi yönümü. Maksadı ifadede yer yer kaygılandığım durumlar oldu. Çünkü modern bir biçim ve çağdaş bir duyarlıkla geleneğin süzülüp gelen doğrularını anlatmak; zorlukları da beraberinde taşıyordu. Her peygamberin hayatının bugünün gerçeğiyle bağının kurulması güçtü sonuçta. Sezai Karakoç dışında bilebildiğim kadarıyla böyle bir anlatı söz konusu da değildi.’Hızırla Kırk Saat’ ve’ Yitik Cennet’ derinliğine bir kavrayış, anlama, anlamlandırma çabası olarak önümüzde duruyordu. Çok geniş bir anlatı düzeneği vardı ortada. Ancak çoğunda vahiyle örtüşmeyen bilgiler bulunuyordu. Bunları ayıklayarak anlatabilme imkânını zorladım. Düşünerek; ilahi ilkelerin her çağ ve zamana seslendiğinin bilincini taşımak ve aktarmak gereğinden hareketle yazdım bu şiirleri. Değişmeyen özü, ilahi hakikati vurgulamayı ilke edindim kendime.

Kendi yolumu açmak istiyorum eninde sonunda. Kandilleri anlatarak hayata çeki düzen verilmesinin gereğini hatırlıyorum, hatırlatıyorum, aynı duyarlığı taşıyanlara. Kur’an ve hadislerle peygamberler tarihi anlatıları yararlandığım kaynaklardır. Vurdumduymazlığın savuran törelerine karşı uyanık kalmayı seslendiriyorum diyebilirim.

Yolsuzlaşan, yönsüzleşen günümüz insanına bir hatırlatmada bulunuyorum. Savruluşların akıntısına kapılmamak zorunda bulunduğumuzu hissettirmek kaygısını taşıyorum. Yitiğimizin bulunması için kazılar yapıyorum sürekli. Ola ki karşılığını bulur da yankılanır sözünü ettiğim duyarlık. Her şeye karşın bu ikazın yapılmasının kaçınılmazlığını düşünüyorum.

OKUNTU: Gelenekten yararlanıldığı açıktır şiirlerinizde. Ancak olduğu gibi aktarmak yerine, yeniden yorumlayarak, tanımlıyorsunuz. Şiir tarihimize bakacak olursak; zor bir deneyişte bulunuyorsunuz. Gelenekten yararlanmak bir zorunluluk mu sizce? Geleneği nasıl yaşatmak, sürdürmek gerekir?

ÖMER ERİNÇ: Şirazesi dökülmüş bir hayatın insanlarıyız. Köke isyanın, köke başkaldırının bütün hızıyla sürdüğü günleri yaşıyoruz. Kendimize sarih dayanaklar sunacak kaynaklara sahip olduğumuz halde; dil engeli, algılama körlüğü gibi nedenlerle yaslanacak dayanaklar bulamıyoruz. Kültür şokuna girdikten sonradır ki kendimizle, tarihimizle, insanımızla cebelleşiyoruz sürekli. Bu da körlüğü arttırıyor giderek. Kuşaklar arasında bir bağ kurulamıyor. Soylu bir destan yazılamıyor. Şuh bir duruş sergilenemiyor. Nedenlerini irdelemeye de kimse yanaşmıyor. Soru sormanın unutulduğu zamanımızda, sorunlarımızı açıklayıcı çözümler de üretemiyoruz. Bir akıl tutulması halini yaşıyoruz kısaca. Tarihimize bakmaktan korkuyoruz. Zamanımızı yaşamaktan kaçıyoruz.

Geleneği reddetmenin çözüm olduğu kanısına varanlarla geleneği yaşatmanın gerekliliğine inananlar arasındaki mesafe açılıyor. Geleneğin var olan hayatı besleyen damarlarını tarumar ediyoruz giderek. Geleneği dondurmakla geleneği reddetmek arasında da açık bir fark göremiyorum doğrusu. Tarihsel bir malzeme olarak arşivlemek de sonuçta reddetmek anlamını mündemiçtir. Bundan dolayı geleneği yeniden üreterek, yorumlayarak taşıyabiliriz bugüne. Kendi kökümüzle bir bağ, bir bağlantı kurabiliriz böylelikle. Onun için, yeni biçim ve anlatımla aktarmak kesin zorunluluktur. Bizim kendimize, kökümüze dönüşümüzü sağlayacak olan duruş da böyle oluşur ancak. Yayılan yağmanın ve vurgunun kuşatmasından kurtulmamız, köke bakıştaki körlükten sıyrılmamızla mümkündür.

OKUNTU: Buraya kadar anlattıklarınızdan yaşamanın asıl anlamını oluşturan hakikate insanlığın yabancılaştığı sonucuna varıyoruz. Bir tarihsel dönüşümün yaşanması gerektiğini çıkarıyoruz söylediklerinizden. Bunun gerçekleşmesi yönünde arayışların olduğunu da biliyoruz. Birey olarak zihinsel bir faaliyet içersinde bulunmamızın zorunluluğu da ortaya çıkıyor açıklananlardan. Yazının dışındaki diğer sanatlar da aynı işlevi yüklenebilir mi? Resim, müzik gibi sanat alanları insanla hakikat arasında bağ kurulmasında bir işe yarar mı?

ÖMER ERİNÇ: Seyretme ve duyma insani özelliklerdendir. Güzellik karşısındaki hayret duygusu da insana mahsustur. En güzel şekilde boyayanın boyasından izler taşıyan renklerin cıvıltısı da hakikati algılamamızda, hakikati kavramamızda önümüze serilen seçeneklerdendir. Bütün boyutları içersinde zanaatlar ve sanatlar gerçekliği arayışımızın farklı izahlarıdır. El hüneri ve göz nuruyla ortaya konan bir resim, bizim bütün tasavvurlarımızı sil baştan yeniden kurabilir. Aynı şekilde bela deyişimizin bir yankılanışı olarak çoğalan müzik de; tasavvurlarımızı, varlık algılayışımızı yeni baştan kurabilir. Sesin; giydirilmiş, kuşandırılmış hali olan müzik duyulurun ötesinden sayfalar açar önümüze. Kabalıklarımızı yontarak, inceliklerin dünyasına götürür bizi. Varlığı unutuşumuzun ıssızlaştıran dalayışından azade kılar, yüreğimizi. İnce dertlerin, ince düşünüş, ince kavrayış ve sezişlerin halesiyle bütünleştirir dünyamızı. Piyasası oluşturulan ilkesizliklerin çekiminden uzaklaştırır benliğimizi. Ben içinde ben olan varlığımızın yücelişlerine tanıklık ederiz böylece. Gönlü kuran kandillerin ışığına koşarız hep. Çürüyen yanlarımızı onarır da sonsuzun temaşa ederiz. Şiir ve müziğin iç içe oluşu bundandır. Birinde kelimeler, diğerinde ses esastır. Biri diğerinin yoldaşıdır. Şiirde, kelimelerin ritmik akışıyla musiki oluşur. Sesin ahenkli akışı da müziğe düşürür yolumuzu. Evet deyişinin belgesi olsun diye, insan; sesin güzelini dinlemek ihtiyacını hisseder. Seslerin çirkinine içini açmak itemez. Kısaca belirtmek gerekirse sanatın her türü insanın gerçekliği kavrayışına yardımcıdır. İnsanın, oturduğu evden giydiği elbiseye, konuştuğu dilden kurduğu bahçeye kadar bir estetik disiplini gözetiyor oluşu; hakikati kavrama arayışında bulunuşunun aşikâr ifadesidir.

OKUNTU:7/Temmuz-Ağustos 2002