“SAFAHAT”IN HASBAHÇESİNDE KORLAŞAN ATEŞ*

1
Çocuk; içine doğduğu dünyanın mazmunlarını ana dilinden emer. Dil beğenisini, düşünme becerisini ebeveyninden öğrenir. Konuştuklarıyla, yaptıklarıyla ev içi halkının beklentilerine karşılık üretir. Kendince oyunlar sektirir kalbinde.

Çocuğun içine doğduğu ortamla ilişkisinde problemlilik söz konusuysa, hayat pratiği de karmaşıklaşır. Maneviyatın âdemoğluna güven yoğuran esintileri durur. Hayat matlaşır. Tutarsızlığın dümen suyuna akar. Çocuk kalbi, ev içi sorunsalıyla yaralanır. Karmaşık ilişkilerin evreninde tozumaya başlar.

2

Âkif; batınında ev içi sadeliğini yürüten bir dünyaya doğar. Evlerin gözyaşı hali dışarıda sürerken; ev içi halinin yalınlığına belenir. O; ailesinden başlayarak yarın için hazırlanır. Kendine yetebilirlik istikametiyle afsunlanır. Aşk ile gencelen hakikatlerin rüyasını yeldirir kaslarında.

Ev içi halinden elde edeceklerini toparlayan Âkif; ev dışına çıkmaya başlayınca mahalle mektebi çözüm olarak düşünülür. Toplumsal benliğin, kişisel benlikle buluşması içerden yakalamayla mümkün olmaktadır çünkü. Günübirliğin ateşten dalgalarına bentler örmekle! Evrendeki yerini alabilmektedir insan.

‘Emir Buharî’ mahalle mektebi; Âkif’in çocuk ruhunun ateş aldığı yerlerin ilkidir. Onun mekteplilik günleri; dört yaş, dört ay, dört günlükken burada başlar. Geleneğe uyularak törenlerden, gülbank alaylarından geçirilir. Mahallesinin ulu kişilerinin ziyaretinde, sohbet halkalarında bulunur. Kenardan merkeze doğru şekillenen kuşatma harekâtının çeşitliliğine çocukluk ruhuyla tanıklık eder.

Dualardan, zikirlerden kanasıya içerek hafızasının yeraltı yatağını biçimlendirir. Yoksullukları, yoksunlukları aşma tekniğini de öncelikle devam ettiği mahalle mektebinde kavrar. Kalbinin derinliklerini;  kültürel özgüvenin filizlendirilişine burada açar. Müslümanlık ruhunu yerde süründürmeyecek bilgilerin nüvesini Emir Buhari’deki hocalarından öğrenir. Buradan kazandığı sorumluluk bilinciyle, yaşamak zarafetini biriktirir göğsünde.

Materyalizmin ufalayan hücumları karşısında mevziler oluşturmayı öneren görüş açısını buradan elde eder. Kimlikli duruşunu; İslâm öğretisinin ön gördüğü tarzda biçimlendirmeyi amaç edinir. Oradaki öğreniminden biriktirdikleri giderek ömrünün belirleyeni olur. Materyalist albastılara yenik düşmeme tavrı da mahalle mektebinden öğrendikleriyle ivme kazanır. Bağrı yanık âşıkların gösterisiyle çıngılaşır sonunda.

3

Önden giden niyettir. Eylem gerçekleşir eninde sonunda.

Ebeveynlerin halis dilekleriyle, elifbasını çantasına yerleştiren çocuk; istikametinin keşfine çıkar. Öz kişiliğine, kinden okyanusları bulaştırmaz. Adımlarını arı duru hayatların toprağına basar. Yanılgıların peşrevine çitilmeksizin ruhunu zenginleştirir.

Vira Bismillah denildi mi bir kere; kolaylaşır yol boyu yürümek! Esirgeyen, bağışlayan aşkın dolaşımına açılır yürek.

Çocuk; ‘Yarabbi! İlmimi, aklımı, anlayışımı arttır.’ iskelesinde sonsuzluğa açılır. Gözlerini bürüyen güvensizlikten sevgilinin umut saçan ülkesine varır. O; andını tazeleyen güneşlerin huzmesinden destekler edinir daima.

Göğsünü; fizikötesi ışıklarla aydınlatmanın zevkini tadar. Adamsendeciliğin kirletilmiş bahçelerine yoldurtmaz aşkını. Sadrında sümbüller söyleşen kulluğun havzasından güzellikler bitirir.

Besmele’ ülkesinin gramerini nakşeder hafızasına. Her hayrın başı olarak bellediği cümlenin açılımından manevi destekler sağar. Güzergâhına alevler üşüştürecek ülkülerin katarıyla sefere çıkmamak için; hilkatin nurdan tabiatına ağar. Karmaşık beklentilerin, ucuz ilişkilerin senaristliğine yeltenmez. Kamu dertlerin dermanı; tekbirlerin, tehlillerin, salâvatların bembeyaz mevsimini seçer. Irmaklaşan duaların sahilinden varoluşuna dayanaklar bulur. Yalıyarlarda, uçurumlarda mola vermemek için;

‘Yarabbi! Kolaylaştır, zorlaştırma.

Yarabbi! Hayırla tamamlattır.’ yakarışını coşturur.

Kirlenmişliklere, korkulara, amaçsızlıklara karşılık olsun diye çocuk kalbinin sıcaklığından beslenen sevda ile sevgilisini zikreder. Bu amaçlılık hali içinde dilinin öz vatanına kaydolur. Kerim olan aşkın karargâhından sesleşen;

            evveli kur’an
            âhiri Kur’an
            tebarekellezi nezzele’l-Furkan
            eli kan
            kılıcı kan
            sinesi uryan
            ciğeri puryan
            din-i mübin uğruna
            şehid olan gaziler aşkına
            diyelim, aşk ile Allah
 
            gerçekler demine hû diyelim hûûû…’ halkasına ram olur.
4

Çocukluğundan itibaren toplumsal hayatın içindedir Âkif. ‘Safahat’ta şiirleştirdiği hayatı; iman çatısıyla, inanmak inadıyla vücut bulmuştur. Toplumsal karmaşanın boz bulanık pratiğinde boğulmamıştır. Etkin eylemliliğin insanı kuran basamaklarında döne dolaşa öz benliğini örmüştür. Millet algısının zedelenmemesi için didinmiştir. Yaşadığı çağın bunalımlarına aldırmadan, inanç esaslarının filizlendirilmesine adamıştır ömrünü.

Babası İpekli Tahir Efendi’nin kimlikli duruşu; ondaki çelik iradenin atar damarıdır. Toplardamarıysa; camidir, tekkedir.

Evde başlayıp ev dışına taşan öğretme pratiğinin öncü kişisi odur. Yaşamı yozlaştıran çarpışmaların ortasından çekilip çıkartılan oğulla günlerini bereketlendiren aile; darmadağınlaşan ümmetin varoluş destanını örmeye odaklanır. Başıbozukluklarda akıp gitmeme yönteminin keşfine çalışır. Yaşamak sanatının yenibaştan kaşifi olabilmek gayretiyle çocuk ruhunu kurar.

Mehmet Âkif; babasının eline tutunarak camiye gidiş gelişlerle mensubiyet duyduğu milletini yakından tanıma fırsatını bulur.

‘Fatih Câmii’ şiirinde çocukluk günlerini şiirleştirir:

“Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “ Bu gece,
Sizinle câmi’e gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin ammâ namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı benimle beraber kardeşimi.
Namâza durdu mu, hâliyle koverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde.”

Müslüman’ın hayatı; camide başladığı gibi yine camide son bulur. Ümmetin uzun tarihinde; yalnızca ibadet mekânı olmaktan öteye uzanan bir işlevi vardır caminin. Toplumsal sorunların tartışıldığı, bilinmeyenlerin öğrenildiği, kaybedilenlerin hatırlandığı bir sığınak, bir barınaktır orası. Savaş hazırlıkları ve sefere çıkmada da önemli fonksiyonlar üstlenen camiler, temel yapıtaşıdır toplumun.

Toplumsal kimlik burada çatılır. Hayatta elzem olan pratikler; kubbelerden sesleşerek aksisedaya dönüşür. Bir uçtan öteki uca, coğrafyanın derinliklerine varıncaya kadar millet haritasını şenelten minarelerden İslâm’ın değerler manzumesi haykırılır. Düş kurmaya, düşler görmeye ödevlenir Müslüman.

Evrensel sıcaklığı yeniden yakalamanın dersine! Güncelin kavurucu kasvetinden; ebedi olanın, ezeli olanın ferahlatıcı serinliğine davet edilir. İstikbal endişesinin gelecekçi tasarımından, vakti diriltme, günü diriltme pratiğine çağrılır.

Şair; düşten, düşünceye açılan ince çizgiyle konumunu gözden geçirir. Mehtabı gözetleyen fikir kuşlarının çilesini çeker. Kimlikli oluşun, kimlikli kalışın destanlaşan açılımından, çağının gereken tekniğini öğrenir. Taşıdığı sorumluluk bilinciyle, çağcıl görüş açısını, kendine yaşama ilkesi yapar. Ürpermenin düşünmekle imkânlı hale geleceğini kavrar.

5

Toplumsal kimlik düşünceyle çatılır. Düşlerle gelişir, genişler sonra. Giderek rüyaların katarında yol alır. Zamanın bengisu ırmaklarında durulanır. İnceliklerin anayurdundan coşturulan huzmelerle kalplerin fethi gerçekleşir. Millet bütünlüğünü zedeleyecek oluşlara omuz verenler silkelenir. Özgürleşmenin, özgülleşmenin, özerkleşmenin gereği sağanaklaşır toprakta.

Yaşamak fırtınasının kuşları kaplar yeri göğü. Düşünüşünde titizlenmeyenleri fiskeler. Bir kalbe sahip olanları, ufalanışlara karşı uyarır. Mevsimlik heveslerin yavuklusuna tav olmamak celadetini kışkırtır içte. Umulmadık bereketlerin seyrüseferinden destekler edinir. Ruhların som baharından terütaze soluklanışlar bitirir. Utkunun, ufku saran sıcaklığıyla kucaklaşır insan.

Düş görmeyen toplumun sonu geldi sayılır.’ hakikatine sımsıkı yapışır. Geceleri, yivinde aşındıran korkunun buharlaşışını seyre durur. İnce ayar kavgaların mihenginde, kendisi olabilirliğin sağlamasını yapar. Sanatın, edebiyatın; yanımızı, yöremizi ışıtan işlevselliğiyle umudu kuşanır.

Sanatçı; zamanın öğütücülüğüne karşılık olsun diye; şiirler, romanlar, öykülerle kazı çalışmaları başlatır. Düşüşün, itilişin, yabancılaşmanın varoluşu kemiren fantezisini sorgular. Toprakta örgütlenen emperyalist kıyıcılığın çaşıtlarını susturur. Onursuzca yaşamayı ilkeleştiren işbirlikçilerin mekanizmasını paramparça eder. Aşındırılamaz ezeli ilkenin, mukavemet kazandıran ışıltılarıyla donanır sanatçının kalbi.

Düşün ve düşüncenin üreteni besleyeni de sanat, edebiyattır. Vahyin insanı içinden yakalayan elifbasından hikmetler emilir. Sergüzeşt yaklaşımlara dikkat kesilmemek aşısı yapılır bünyeye. Maneviyatın âdemoğlunu yücelten sarayında saf tutulur. İnsanı hımbıllaştıran ufunetlerin sofrasına yanaşılmaz. Ödünsüz zulümlerinde azmedenlere hakkaniyetin insancıl haritası gösterilir. “Safahat”ta sergilenen öncülerin bakış açısıyla sil baştan tasarlanır hayat. Özgür yaşamak sevdasına heveslenir âdemoğlu.

“Safahat” kamerasında ete kemiğe büründürülen “Atâlet, fıtratın ahkâmına madem ki isyandır; /Çalışsın, durmasın her kim ki da’vâsında insandır.” izahına muhatap olur. Ervaha urganlar yapıştıran ataletin afetinden ıraklaşır. Davasında insan kalmanın mıntıkasına döner. Yer toprakta hoş seda doğurabilmenin güzergâhına yönelir. “ Ben de rûhumdaki zulmetleri artık koğdum;/ En büyük hasmım olan ye’si nihâyet boğdum.” demek suretiyle karanlıkları tepetaklak eder. Hasmı olan yeisi boğmak eylemliliğinden şen şatır umutlar büyütür.

Sanatçı; akdeden aklın ırmaklarında yıkanır. Sanatın, edebiyatın imkânlılığıyla yoksunlukların üstesinden gelir. İfade etmede, ifadelendirilmede zorlanmaz. Bunalımlar karşısında çözümler üretir. Hoppalığın ilmihalini tuz buz eder. Dem bu demdir eylemliliğini kuşanır. Eyyamcılığı yüzüstü eyleyen güzelliklerin divanesi olur. Batılın kapılarında pineklemektense hakkın, hakikatin bozkırında gölerir. Günübirlik maceraların süksesine dişletmez kalbini.

6

Ruhların gramerinden feyiz almadıkça derlenip toparlanmanın imkânsızlığı açığa çıkıyor. Kalubela sözleşmesinden aşılanarak dünyaya gelinen sorumlulukla hemhal olmak mecburiyeti anlaşılıyor. Başıbozukluklara prim vermeme ahlakına raptediliyor kişilik.

Çözülüş, sarsılış da; sanatın, edebiyatın toplumsal değerlere yabancılaşmasıyla gerçekleşiyor. Dışardan arayışlar derde deva olmuyor. Daha da çürütüyor toplumsal organizmayı. Onun için ‘Safahat’ta;  “Hastalanmışsa ağaç, gösterin bir bilene;/ Bir de en çok köke baksın o bakan kimse yine./ Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı.” denilerek, insandan içerden çözümlerin keşfine adanması isteniyor. Plastik yaklaşımların hastalıkları tedavi etmek yerine arttıracağı vurgulanıyor. Kendi kültüründen, kendi pratiğinden çözümler geliştirenlerin yüz akıyla hayatını idame ettireceği sonucuna varılıyor.

Sanatın, edebiyatın reddedilemez gerekliliği burada vuzuha kavuşuyor. Güzelliğin evreninden uzaklaşışa karşı durmayı önermesinde! Puslara, pusulasız yönsemelere direnmeyi insana duyurmasında! Yaşamak sınavının ziyanla noktalanmaması için imkânlar sunmasında! Âdemoğlunu, insanlığıyla kaynaştıracak denekleri hayatta yapılandırmasında!

Âkif’te faydalılık ilkesi öndedir hep. Ona göre; toplumsal ve ahlaki faydalar sağlamayan bir sanatın, bir edebiyatın geçerliliği yoktur. O; hayatı boyunca amelî olanı, yarar sağlayacak olanı konu edinmiştir. Bundan dolayıdır ki içinde yaşadığı toplumun bütün sorunlarını ilgi alanına dahil etmiştir. Millet hayatındaki açmazları; yazıları ve şiirleriyle gündemine taşımıştır. Hakçası ayrılmamıştır önde tuttuğu ilkelerinden.

7

Âkif; yalnızca güzel söz söyleyen bir şair değildir. Belli bir ülküsü, bir dünya görüşü de olan sembol şahsiyettir. Toplumsal yıkılmışlıkları eşelemede; şairliğinin yeraltı yürüyüşünü güncel olanla kaynaştırmıştır. Çağdaşlarının yaptığı gibi toplumsal hastalığın devasını milletinin idealine yabancılaşmakta aramamıştır. Yerli düşüncenin dirilişler barındıran yörüngesine bakmıştır. Modern kaptıkaçtıcılıkların gönül çelen davetiyesine aldırmamıştır.

Meselesini ince eleyip sık dokuyan birisi olarak Âkif; çağının umutsuzluğa düşüren karmaşası karşısında; insanımızı uyarma, uyanık tutma görevini bilinçle üstlenmiştir. Olur, olmaz sorunlarla oyalanmamış, milletinin derdi olan problemlerin çözümüne uğraşmıştır.

Fiilen katkıda bulunduğu Sebilü’r-Reşad’ın ilk sayısında; arkadaşlarıyla birlikte yapacaklarını etraflıca açıklamışlardır. Uygun buldukları her konuyu; dergide irdelemekten kaçınmayacaklarını, toplumsal dertlerimizi, yaralarımızı deşmekten sakınmama tavrını göstermekten vazgeçmeyeceklerini açık yüreklilikle okurun önüne sermişlerdir. Dönemin şartlarını içerden okuyarak çözüm yolları önermişlerdir. Köleleşmeyi inatçı bakış açılarıyla reddetmişlerdir. Özerkliğin, özgürlüğün havasından solutmaya çalışmışlardır milleti.

Osmanlı; “hasta adam”laşınca bünyeyi kurtçuklar kemirmeye başlamış, emperyalistlerin emriyle yatılıp kalkılmaya durulmuştur. Bireyler kendilerine olan güvenlerini yitirmişler, geleceği kestirilemeyen günlerin eşiğinde can çekişmeye durmuştur halk. Yarın endişesi kalpleri zapturapt altına almış, günü diriltme eylemliliği terk edilmiştir. Sürüp gelen karmaşanın, kargaşanın kesafeti hissedilemezleşmiştir. Yanlış tevekkül anlayışıyla içe kapanmıştır insanımız. Boyun büküklüğüyle çaresizliklerin üstesinden gelinebileceği kanısı yerleşmiştir hafızaya.

Çalkantı; her kesimi bulunduğu hal içersinde yakalamış, dışında kalabilmek imkânsız olmuştur. Tefrika gönüllere kadar sirayet etmiş; bozgunlar, millet vicdanını kemirmeye başlamıştır. Âkif; elden gelenin öğün olmayacağı, elle bir ve beraber gülmenin bizi esenliğe çıkarmayacağını ustaca haykırmıştır.

Şair; sanatın dönüştürücü gücünü, toplumun dertlerini dile getirmek ve uygun çözüm yollarını anlatmak için kullanmıştır. Bundan dolayı eksilen her şey karşısında hayıflanmış, zihnini, noksanları bulup teşhis etmenin pratiğine şartlamıştır. Ortada olan manzara karşısında o;

“Altı yüz bin can gider; milyonla îman eksilir;
Kimseler görmez! Gören sersem de Allah’tan bilir!
Sonra, şâyet şahsının incinse, hattâ, bir tüyü,
Yer yıkılmış zanneder seyr eyleyin gümbürtüyü!” diyerek sarsılışla birlikte oluşan içler acısı durumu apaçık ortaya sermiştir. Bireyci düşüncenin ufalayıcılığını seslendirerek özgürleşme kanaviçesini örmüştür. Aklını, yan gelip yatma budalalığına rehin bırakmamıştır.

8

İnançlar sarsılınca; imanın otağı kalp kurtçuklarca kemirilmeye başlar. İstikamet kaybolur. Tevekkül anlayışındaki yanlışlık sadakati ortadan kaldırır. Eksilen inanç pratiğinden habersizleşir insan. Yaşanan olumsuzlukları yaratandan bilmeye yatkınlaşır. Yüz yüze gelinenlerin öznelik durumuna yabancılaşmanın neticesi olduğunu bilmezleşir.

Sarsılışa herkes bir bahane üretse de; Âkif, asıl sorunu marifet yoksunluğu olarak görür. Bilginin künhüne vakıf olunmadan ayağa kalkılamaz çünkü. Medeniyet yolunda tekâmül edilemez. Cehaletin, dalkavuklaşmanın önüne geçilemez. Darmadağınlaşan toplumsal bellek yeniden kurulamaz. Onun içindir ki Âkif; ağıt yakmak yerine yarayı adlandırmaya yönelmiştir. Çünkü sorun yaranın tespitinde ve organizmayı saran kurtçukların öldürücü etkisinin yok edilmesinde odaklanmaktadır.

Ele aldığı konuları derinlemesine değerlendirmesi, çağdaşlarının göremediği gerçek sebepleri görmedeki mahareti, onun ayırıcı vasfıdır. Osmanlı toplumunu değerlendiren şair; geriliğin, zaafın, tefrika ve sıkıntıların özünde cehaletin olduğunu, bunun da bilgi yetersizliğinden,  bilinç noksanlığından kaynaklandığını dillendirir.

Mektepleri ilmin, bilginin öğrenileceği yerler olarak işaretler. Buralardaki öğreticileri de muallimler olarak belirler. Kurumlarda ve öğreticilerde bulunması gereken vasıfları açıklayarak;

‘Demek ki atmalıyız ilme doğru ilk adımı./Mahalle mektebidir işte en birinci adım;/ Fakat bu hatveyi iyi tasarlamak lâzım./ Muallim ordusu derken, çekirge orduları/ Çıkarsa ortaya, artık hesap edin zararı!/ “Muallimim” diyen olmak gerektir îmanlı;/ Edepli, sonra liyakatlı, sonra vicdanlı!/ Bu dördü olmadan olmaz: Vazife, çünkü büyük.’ der. Mahalle mekteplerini; eğitim-öğretim hayatının birinci adımı olarak gösteren şair; buralarda öğretim faaliyetlerini sürdüreceklerin de imanlı, edepli, liyakatli ve vicdanlı olmalarının gerektiğini belirtir.

Ona göre; bilgi ve bilinç yoksunluğundan kurtulabilmek eğitim-öğretimle mümkündür. İlimsiz kuru gürültü; sözün anlamını aşındırır. Yaşamak gerçekliğindeki yerinden koparır. Yalanı hakikatin dayanağı yapar. Gelişigüzelliğin hurdalığında kirletir ruhu.

Ruhların eğitimiyle hal diline dönüşebilecek olan bilgi ise; kökeninde değişmez hakikati barındıran bir bilinçlilik durumunun ifadesidir. Âkif’in bakış açısında bilgi; devinimini kök örneğinden alır. Yalansıların cürufundan idealler yoğurmaz. Maskaralıkların acenteliğini yükletmez hayata.

Eğitimin-öğretimin önemi sise batmış ruhları aydınlatmada ortaya çıkar. Öncelikle maarifin ilkeleri, kök dayanakları tespit edilmelidir. Eğitim-öğretim kuramı; gelişmelere uyum sağlayabilecek esneklikte olmalıdır. Kuramsal olanla pratik olan kaynaşmalıdır. Değişmez ilkelerin yanı sıra, günübirlik gereksinimlerin çözümüne ilişkin esasları da barındırmalıdır çatısında. Dahası yoksunluklarla kavga etmeyi göze aldıracak yöntemleri sunmalıdır insana.

Örgün eğitimden yana tavrını koyan Âkif; fiilen öğretmenlik de yapmıştır. Eğitimle, öğretimle ilgisi hem teorik, hem de pratiktir.  Hayatı boyunca toplumsal yaşamın içerisinde olan şair; çalışmanın, ataletten sıyrılmanın ödünsüz savaşçısı olmuştur. Önde tuttuğu ilkelerden ayrılmamak pahasına zoru kolaya tercih etmiştir. Kalemini; yalan dolanı soruşturmak için sivriltmiştir.

Bilgiye ulaşmanın, belli bir yeri, belli bir mekânı yoktur Âkif’e göre. Kurumsal oluşumlar bilgiyi öğretmeyi amaçlayan yapılanmalar olsalar bile; eğitim-öğretim süreci her yerde devam ettirilebilir. Eğitim-öğretim hayatı; “beşikten mezara”  süren bir etkinliktir çünkü.

Mehmet Âkif; modern eğitim-öğretim kuramının gösterdiği doğrultuda yürümeyi teklif eder. Şaire göre; çağın bilgisiyle donanmadan zorluklar aşılamaz. “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” dizeleri modernleşmeye paralel bir düşünce pratiğine sahip olduğunu gösterir. Burada bir problemlilik de söz konusudur aslında. İlhamını Kuran’dan alarak; İslâm’ın idrakine asrı söyletmek varken asrın idrakiyle Kuran’ı söyletmek isteği modernlikle yaralanan bir kalbin acıklı fotoğrafını ortaya koyar.

Âkif’in sözlüğünde marifet; fen ve tekniğin ifadesidir. Faziletse; din, ahlak, örf ve adet gibi manevi alanları içerir. Ancak marifetle fazilet birbirinin ayrılmazıdır. Birine tutunurken, diğerine bigane kalmak olumlu sonuçlar çıkarmaz ortaya. Çünkü ‘Marifetten yoksun bir fazilete sahiplik, toplumlarda miskinlik, sefalet ve geriliği hâkim kılar.’ Bu nedenledir ki; marifet ve fazilet birbirinin bütünleridir.

Kullandığı ölçütler çağdaş ölçütlerdir. Yaşamaya, yaşantıyı zenginleştirmeye yönelik bir eğitim-öğretimi savunan Mehmet Âkif; bugünden bakılırsa örgün eğitimi öncelikleri arasına yerleştirir. Ancak yaygın eğitimi dışlayan bir tutumu da sahiplenmez. Çağın gereklerine göre eğitim programlarının yenilenmesini teklif eder. Öğretimdeki programlama esnekliğinin korunmasına çalışmayı kendisine görev edinir.

Âkif’e göre; kalıplar içindeki değiştirilemez eğitim-öğretim algısı donmaya neden olur. Toplumsal inkişafın önünü tıkar. Ancak temel, değişmez ilkeleri de olmalıdır eğitim- öğretimin. Bu ilkeler millet ülküsünü tazeleyici biçimler içerisinde sunulmalıdır. Günün değişen koşullarını anlatmanın dili keşfedilmelidir. Eğitim-Öğretim hayatı; değişmez olanlardan hareket edilerek yeni görüş açılarıyla zenginleştirilmelidir.

Batı; değişebilir programlamalarla çağın dilini yakalamıştır. İncil öğretisinin; insanı kuran ahlakî tarafını, aklî olanla kaynaştırmıştır. Bunu yaparken sonu ifrata varan sanrıları da eğitim-öğretim hayatına katmıştır. Âkif’in Berlin dönüşü dediği gibi ‘İşlerini sağlamlaştırırken, dinlerini çürütmüşlerdir.’ Vazife ahlakını din duygusunun yerine ikame etmişlerdir. İlerlemek dürtüsü; dinin buharlaşmasını doğururken,  ahlakî olanın da yürürlüğünün durdurulmasını getirmiştir. Vicdanla cüzdan arasındaki ilişki dengelenememiş, kazanmak hırsı dünyayı tarumar etmenin vesilesi kılınmıştır. İnsan eliyle biçimlenen alet edevat, insanı biçimlendirmeye başlamıştır sonuçta.

Şarksa içine kapanmış, vicdanî olanın küllerinde kaybolmuştur. Çağın gerektirdiği birikime kayıtsızlaşarak sefilâne bir hayatın hazırlayıcılığını üstlenmiştir. Yanlış din algısı, Osmanlı coğrafyasında heyecan doğuramamış; miskinliğin, ataletin, güvensizliğin kavurucu sıcağını tetiklemiştir.

Yaşanan dönem itibariyle marifetten ve faziletten uzaklaşan şark; ilerlemek, gelişmek yerine durağanlığı, tembelliği, miskinliği seçmiştir. Bu durum çözülmeyi hızlandırmış, çözümsüzlüğü arttırmıştır. Artık insanlardan öte varlıklara sirayet etmiştir; yoksulluk ve yoksunluk. Böylesine kalınlaşan sorunlar yumağıyla baş edebilmenin yöntemi marifet ve fazilet birlikteliğinden başkası olamaz elbette.

Derdin kökeninde cehalet olduğuna göre, şifası da marifettedir. Kuşatıcı ifadesiyle ilimde derinleşmek, zenginleşmektir vazgeçilemez olan. Bilginin üretimi kadar kullanımı da önemlidir. Çünkü pratiği oluşturulamayan bilgi yük olmaktadır insana.

Şairin; eğitim-öğretime ilişkin görüş açısını Âkif’çe söylersek;

“ Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık;

Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık.”

9

Âkif; sosyal olayları yansıtmakta da gerçekçidir. Toplumun eksikliklerini dile getirirken, toplumda umutsuzluklara neden olacak bir anlatım biçimini benimsemez. İdeallere ulaşmaya basamak olacak bir anlatım tarzını benimser. Buradan hareketle;

“ ―Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verîşim;

İnan ki; her ne söylemişsem görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek.” demiştir.

Bu söylemiyle Âkif; ideal ile gerçeklik arasında bir denge kurar. Bunları en yararlı olacak şekilde kullanır. Realizmin köreltici batağına saplanmadığı gibi idealizmin donduran katılığına da ulanmaz. ‘Asım’ şiirinde ortaya konulan toplumla ilgili tablolar ne kadar gerçekçiyse, gençlere yönelik tavsiyeleri de o kadar idealistçedir.

*Hece, Sayı:133