MEHMET NARLI VE ÖMER ERİNÇ’LE ŞİİR ÜZERİNE KONUŞMALAR – I

::: Ömer Erinç, 1958 K.Maraş doğumlu. Marmara Üniv. İlahiyat Fakültesi mezunu. Öğretmenlik yapıyor. Şiirleri, Edebiyat Dergisi, İkindiyazıları, Yeni Sıla, Kayıtlar ve Hece Dergisinde yayınlandı. Turna Gözleri ve Karanfil ve Geniş Zaman Süvarileri isimli iki şiir kitabı yayınlandı. Maraş’ta ikamet ediyor.

::: Mehmet Narlı, 1963 K.Maraş doğumlu. 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Yakın dönem Türk şiiri üzerine Yüksek lisans ve yakın dönem Türk romanı üzerine doktora yaptı. Çeşitli edebiyat dergilerinde şiirleri yayınlandı. Çiçekler Satılmasın ve Ruhumun Evvel Yazıları isimli iki şiir kitabı bulunuyor. “Şu an için” Maraş’ta ikamet ediyor.

Oturup çay içiyorduk. Konu şiire geldiğinde iki şairin sohbetini; şiirin, şairin kendisine dair görüşlerini not etmek ve paylaşmak ihtiyacını duydum. Söz uzayınca sohbeti yarıda kesmeyi de bildim. Gelecek sayıda yeniden buluşup, çay içmeğe, sohbete kaldığımız yerden devam etmeğe karar verdik. İşte ilk bölüm. Şiirin teorisinde dolaşılan sohbet. (Editör, İsmail Göktürk)

Göktürk: Bir giriş olması babından sormak istiyorum. Sanat-estetik ilişkisi açısından bakıldığında şiir bir dil estetiği olarak hayatın neresindedir? Şair bir estetisyen midir, acı çeken biri midir?

Erinç: En müptezelinden, en incelmiş duyarlık taşıyanına kadar insan, aslında bir şeylerin farkında olarak veya olmayarak arayıcısı, seslendiricisi, dillendiricisi ve güzelleştiricisidir. Varlık olarak insanın konumu kendi hakikatinden süzülen seslerle, sözcüklerle, coğrafyanın da kişioğluna sunduğu imkânların bir sonucu olarak şiir, var bulunan, var kılınmaya çalışılan bir hayatın trajedisiyle veya memnun olunmuş yanıyla bağlısı bulunduğu ideolojik çerçeve içerisinde dünyaya, hayata, eşyaya, kendi benine, başkalarının benine baka baka ruhundan, iç evreninden disipline edilmiş bir ses ve söz yığınını ortaya döker. Sonuçta bunu adı şiir olur, müzik olur, marş olur ve hayatın ritmik akışının besleyicisi kalarak insanın evrensel konumuna, duruşuna bir dipnot haliyle yansır. Aslında, bütün bunlar gerçekleşirken zihin üreten, biçimlendiren, dışsallaştıran, içselleştiren bir yapıyı da beraberinde taşır. Modern zamanların bir trajedisi olarak kalbinden sürgün edilmiş insanın intellektin pençesinde kıvranmak suretiyle ortaya serdiği şeylerde bir yapaylık, bir sıradanlık, bir pespayelik, bir müptezellik kokusu duyulu daima. Kendi serüveninin başlatıcısı ve sürdürücüsü olarak insan yol oğlu olduğu zamanlardan bu yana yeryüzünde bir anlam arayışının bağlılığını dolaştırır üzerinde. Karşılaşılan her sürgünde, her kovulmada yeni deneyişlerden, yeni sınayışlardan geçirilerek yeryüzü oluşumunun ilmeklerini tutmak, onlara sıkıca yapışmak, bu ilmeklere tutunarak dönüştüre dönüştüre yürümek kararlılığını; bütün korkularına, bütün yalanlarına karşın bastıramaz yüzüne fırlatılan maskelerle dolaşıyor olmanın acısını, içinin karşı durulmaz bölgelerinde besleyerek büyütür. Büyüyen acının, sevginin, coşkunun, aşkın bir tezahürü olarak kelimelerle senli benli oluşunu dilin en güzel ifade kalıpları içerisinde girdirir yürürlüğe. Aslında ruhun kendi disiplini olarak nezafet ve nezaket ateşlenen zamanların ardı sıra ağlaşır, çığlıklaşır, kalıplaşır ve hayatın orta yerine bırakılır. Estetiksiz bir dua olmayacağı gibi bir yakarış formu olan şiir de estetiksiz olamaz. Bu anlamda şair, bir estetik var edicisidir. Şöyle de söylenebilir aslında:

Şair, kâinatta var olan kozmik düzenliliğin, ahengin, uyumun içerisinden kendi hayatına, birlikte yaşadıklarının hayatlarına haşiyeler düşürür. Ne kadar şirazesi çözülmüş bir hayat yaşansa da kâinatın her an kendini yenileyişi, oluşun devam etmesi, şairi bir dil ve hayat arayıcısı olarak çıkarır karşımıza. Piyasası kurulan kalıplar ve oluşturulan düzeneklerin uslanmaz muhalifi olarak yürürlükte olan her şeyle hesaplaşır ya da hesaplaşma gereğini kelimelerin arasına ekerek duyurur hemcinslerine.

Saflarına karıştırılan gizliliklerin, iğvâların, iğdişleştirmelerin akşından ve akıntısından haberdar kılmak yeryüzülüleri. Birlik içinde bir topluluk olan insanlık ailesini acılarına, kederlerine, hüzünlerine ortak oluşun, ortak bulunuşu sarsılmaz, usanmaz sözcülüğünü yaparak, acının zaman ötesinden gelen bir serpilme, bir yankılanma biçimi olduğunu indirir toprağa. Hayatla barışık olmayan şiir, suya, toprağa ve havaya karışmadan tozlaşır gider hemen. Onun içindir ki şiir acı çeken ruhun çığlığıdır, diyorum.

Narlı: Estetiğin veya işlevinin ne olduğu, felsefecilerce tartışılıyor; kimi yararlı olan güzeldir derken, kimi iyi olan güzeldir, diyor. Hayatın kendisi aslıyla güzeldir. Yani idrakini kaybetmemiş (aklî, kalbî) her insan, aslında şuur altında bunun farkındadır. Bu insan, çok çeşitli ölçüler içerisinde çeşitli derecelerde güzel dediği bir hayatı ister. Bu yanıyla güzellik bir dengedir, bir uyumdur. Yeryüzündeki her şeye, biz “uyumlu” olduğu zaman güzel deriz. Nesnenin boyutlarının birbirine bir denge içerisindeki orantısı, renklerin, seslerin ritmik derecelerde ortak mahiyetteki dengeliliğine uyum diyoruz. İnsanın fizyolojik görüntüsü için de aynı şey geçerlidir. İnsana güzel dediğimizde, uzuvlarının dengeli oluşunu kastederiz aslında. İşte şiir, bu şekilde algıladığımız hayatın bir yanıdır, hayatın bir parçasının tezahürüdür. Nesneler ve insanlar için belirlediğimiz ölçüler, şiirde ses, anlam ve imaj olarak ortaya çıkar. Bu durumdan, aynı orantıyı, aynı uyumu şiiri oluşturan bu parçalar arasında görürüz. Bu gerçekleştiği zaman şiir de tıpkı insan gibi, nesne gibi dünyalı bir varlık olur. Bu durumda şiir elbette hayatın merkezindedir. Böylece estetik, soyut bir kavram olmaktan çıkar, ulaşabileceğimiz, karşılaşabileceğimiz somut bir gerçeklik kazanır.

Ancak güzelliğin idrak edilişi, insanın kendi hayatındaki uyumu nerede ve nasıl aradığına bağlıdır. Kendini varlığın temel alanlarından uzaklaştıran, başka bir deyişle bütün iletkenliğini kaybeden insan, uyumu (güzelliği) çerçevesini belirleyemediği, bir bakıma başkalarınca biçilen bir mutluluk elbisesi olarak algılar. Oysa hayatın temel anlamı mutluluk değil, huzurdur. Huzur, estetiğin kendisidir de diyebiliriz; zayıf insan mutluluğu tüketimde değeri olan nesnelerle, görüntülerle yapay bir kişilik oluşturmakla özdeşleştirir.

Şair elbette az önce sözünü ettiğimiz şiiri oluşturan varlıkları, çekirdek, öz etrafında hayatın temel düzenindeki uyuma, yaratışa uygun olarak düzenlediği oranda güzelliği yaratan biridir.

“Yaratış”ı anlama noktasında bilimin, sanatın, dinin farklı derecelerde de olsa “yollar” olduğunu söyleyebiliriz. Fıkıhçı da şair de bilim adamı da özde “gerçek”in peşindedir. Şiirin hayattaki somut güzellik olarak kavranması da temelde bu “yaratıştaki uyum”a yaklaşmasıyla ilgilidir. Hayatın dışında güzellik bilmiyoruz. Her şey uyuma yaklaştığı oranda güzel; şair, bu uyumu yakaladığı oranda güzelliği üretmiş olur.

Acıyı bir bilme, arama, sorgulama, şaşırma, karşı koyma becerisi ve gayreti olarak temellendirirsek, gerçekliği (hakikati) arayan diğer arayıcılar gibi şair de acı çeken bir insandır. Acı çekmeyi bir kahır, bir yorgunluk, bir çaresizlik ve başarısızlık olarak almadığımız anlaşılmış olmalıdır. Fuzuli, şairliğe giden yolda çileyi (acıyı) ilk şart saydığına göre, sözünü ettiğimiz disiplinleri kastetmiş olmalıdır. Aksi takdirde şiirin “ruhun acı çeken çığlığı” olması hiçbir derinlik arz etmez.

Şair bildiklerini söyleyen veya ideolojik manada insanları kendi doğrularına çağıran biri değildir, olmamalıdır. Aslolan, içinde bulunduğu hem öznesi, hem nesnesi olduğu hayatı, arayışına ortak kılmaktır. İdeolojiler aslında hayatın temel manası karşısında birer yenilgidirler. Bütünü kavramayan insanın parçayı ele geçirme çalışmasıdır. Bu yanıyla şairin söylediği eğer “ideolojik” ise, şair de henüz bütünlüğün farkına varmayan bir parçadır.

Erinç: Aslında M. Narlı’nın sözünü ettiği güzellik, hayat bütününün kendisinde mevcudiyetini hissettirir. Yani hayat her şeye rağmen güzeldir dedirten bir yan bulunur insan zihninde. İnsanlığın ortak paydası olarak güzellik, hayat bütünü ele veren işaretlerle önümüze serilirken, bu güzelliği tanımlayan bakışlar, yorumlamalar farklılık arz eder. İnsanın güzel karşısındaki sarsılmaz ölçütü, dayandığı, yaslandığı kıblesi ile ilgilidir biraz da. Tabiat bütününü parçalayan modern zihin, hayatı ufalayarak güzel ve güzellik karşısındaki oluşumunu kesintiye uğrattı insanoğlunun. Güzelliği ezelî hakikatin bir yansıması olarak gören zihinle, ezelî hakikatle bağını kesmiş olan bir zihnin güzellikten ne anladıkları farklılaşabilir sonuçta. Kibrit kutusundan kurulmuş odacıklara hapsedilmiş bir zihnin güzellik anlayışı üst üste yerleştirilmiş katlardan ibarettir. Parçalanmamış, doğayla içli dışlılığını sürdüren bir zihnin de güzellik ve hayat anlayışı, kendine has bir duruş ortaya koyar. Güzeli “cemal”in bir tezahürü olarak algılayan bir zihnin elbette parçalayıcı, bölücü bir güzellik anlayışına sığınması düşünülemez. Halk belleği “Güzel olanı severler / Yanağından gül dererler” derken, ezelî hakikatin duyurucusu olan insana ve o insanın tasavvur ettiği dünyaya bir atıfta bulunuyor gibime geliyor. Ancak bunu söylerken söylediklerinin farkında olabilir de, olmayabilir de. Biraz da bu farkındalık, kişinin ruh haline bağlıdır. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz ki, her ruh hâli, yeni bir güzel tasavvuru, yeni bir güzellik tanımlaması olarak kendini belli eder.

Ezelî doğa yasalarına başkaldıran bakışın hakikat karşısındaki duruşuyla hayat bütününe eklenen ezelî hakikatin tabiat yorumu arasındaki farklılık, özelde şair zihnine, genelde insan zihnini parçalayan, bölen, dağıtan bir durum alışla karşı karşıya getirir. Buradan ezelî hakikatle bağ kurma arayışını sürdüren insanın güzeli yeniden tanımlayışı devreye girer. Müptezelleşen, sıradanlaşan kalabalığın algılayamayacağı sesleri, göremeyeceği renkleri, duyamayacağı hışıltıları duymak, görmek, anlamak becerisini kendisinde gören ve buna bir anlamıyla varlığını adamış olan şiirin öznesi olan şair, yeniden hayatı gözden geçirerek hayat içerisindeki replikleri bir bir sorgulayarak güzel ve güzellik karşısındaki oluşumu, düşünüşünü havalandırır. Hakikatin görünmeyen yüzüyle yüzleşmeye çalışır adeta. Geçmiş zamanlarda peygamberlerle şairlerin özdeş tutulması da buradan kaynaklansa gerekir. Bedevî yaşayışın bıçkınlaştırdığı çöl insanına bir reddiye olsun diye Kuran’da “şairlerin sözüne ancak yalancılar uyar; çünkü onlar her vadide at koştururlar” denilerek hakîkati maskeleyen, güzelliği örten, güzelliğin yansımasına perde olan zihnin absürt duruşu yerilmiştir. Bir nebevî hakikat olaraksa Hz. Muhammed’in özel şairlerinin bulunuşu ve onlara cephede şiir söyletmesi, güzel söyleyenine hırkasını hediye etmesi, şiirin hakîkati ele veren, insanın hakîkatle yüzleşmesini sağlayabilecek olan alanları işaretleyebileceğinin bir kanıtı olarak duruyor karşımızda.

Özetlemek gerekirse aşkın hakikatin güzellik algılayışıyla modern zihnin ve modern hayatı paylaşanların güzellik algılayışı karşısında bir paralellik kurulamayacağı aşikârdır. Fıtraten güzelliğin meftunu olan ademoğlu, karşılaştığı yıkılışlar, dökülüşler ve sarsıntılarla güzel ve güzellik karşısındaki durumunu yitirmiştir. Ancak M. Narlı’nın söylediği anlamda, hayatın olduğu yerde güzel ve güzellik algılayışı da vardır. Bu algılayışı belirleyen ve yönlendirense kişinin hayata, dünyaya ve eşyaya bakış tarzıdır.

Narlı: Güzellik planında şiiri değerlendirirken şairini saf olarak güzelliğin peşinde olduğunu söylemiş olduk. Ancak bu bütün şairleri bağlayan bir değer değildir; bütün şairlerin böyle bir kaygısı da yoktur(ideolojiyi tanımlarken, bir takım şairlerin bütünde değil, parçada kalabileceğini belirtmiştik). Bu konumlandırmalardan (hedonist, parçacı) biri içinde kalan şairin hayata katmak istediği, sözünü ettiğimiz temel arayışın bir sapmasıdır.

Biz güzelliği tanımlarken de, şairin şiir yoluyla varlığı anlamlandırmaya çalışırken de zihnimizde bir başlangıç tasavvur ediyoruz ve o başlangıçtan bugüne hem hakikatin aktarılmasında, hem reel olandan aşkın olana yükselmede birbirini takip eden problemlerin oluştuğunu kabul etmiş oluyoruz. Şöyle ki; buna şimdi modernite diyoruz, öncekine Rönesans diyoruz,  daha öncekine feodalite diyoruz vs. kısaca sürekli insanın, varlığın temel yapısından uzaklaştığını vurgulamış oluyoruz. Bu bakış bizi kilitler. Niye kilitler? Çünkü hayatın bir saniyesi bile yeniden yaşanmayacağına göre veya zamandan bir saniye bile geriye gidilemeyeceğine göre “iyi ve güzel”i kronolojik bir süreç içerisinde algılamış oluyoruz. Oysa varlığın manası tarihsel değil, ilk ve son arasında bütüncül bir olgudur. Yunus Emre insanı ezen iktidarların yaşandığı dönemde şiiriyle bir barış ve güvenlik dünyası kurarken, Fuzuli, şikâyetnamesiyle insanlardan esirgeneni iktidarı kendi vicdanıyla karşı karşıya getirerek göstermeye çalışırken; Yahya Kemal, kayıp giden bir ruhu destanlaştırarak değil tablolaştırarak kalıcı kılarken; İkinci Yeni, insanlara zulmeden pratik anlamdan kaçarken hep hayatın temel uyumunu bozan yanı dengeye getirmeye çalışırlar. Demek ki şiirin insanlara verebileceği “şey”, kaybolan yanların, bozulan dengenin fark edilişiyle ilgilidir. Bu bağlamda bugün moderniteyi yeren şiir de hayatın bozulan dengesini ifade etme ve “uyum”u arama gayretidir. Bu çerçeveden bakılınca şairi, sadece aşkın olanla modernite arasında kalan bir savaşçı olarak düşünemeyiz.

Erinç: “İncecikten bir kar yağar / Tozar elif elif diye” diyen Karacaoğlan’la “Aşkın bir adı da yorulmamaktır” diyen Erdem Bayazıt’ın hayata ve dünyaya bakışı arasında bir denklik varken; “Yoksuluz gecelerimiz çok kısa dörtnala sevişmek lazım” diyen Cemal Süreya’nın hayata ve dünyaya bakışı arasında bir denklik kurulabilir mi? “Süleyman Efendi”nin küçük dünyasından beslenen bir şiirin sonucu olarak Ece Ayhan “Benim hiç Çin’de kız ablam olmamış korkunç hu” kaçışına sığınan şiirin problemi burada başlıyor gibime geliyor. Orhan Veli’nin sıradan, küçük hayatların içinden yoğurduğu şiir, temel dayanaklar itibariyle köksüzleştirilen, hiçlenen bir neslin, bir tarihin, dramatik, mekanik idrâkin algılanışıdır. Edip Cansever’in eşyanın şiirini yazarak alkolün metafiziğini arama girişimi de bundan başka bir şey olmasa gerekir. Burada yeniden özgürlüğü elinden alınan insanın, özgürlüğü arayışının bir seslendiricisi olarak Sezai Karakoç “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız” diyerek ileride “Aşkın bir adı da berekettir” diyen Erdem Beyazıt’ı haber veriyor. Bir kaçışın şiiri olarak görülen İkinci Yeni şiirinden, bir hayata katılışın şiiri olarak Sezai Karakoç’un, Cahit Zarifoğlu’nun, Erdem Bayazıt’ın, yeryüzündeki tarihsel cürümlere satranç tahtasından ayna tutan İlhami Çiçek’in, “Üstümüze haksızca saldıranlara, biz de yaşamak için gelmişiz insanlar, biz de yaşamak için” diye karşılık veren Osman Sarı’nın, “Ah bu yalnızlık ne yana dönsem bir kemik gibi batar” şiiriyle ses veren Cahit Zarifoğlu’nun ve Mütercimi Zorda Bırakan Sözler şiiriyle, aşkın olanla yeniden bağ kurmaya çalışan Esver Ölüç’ün söyledikleriyle Karacaoğlan’ın, Yunus’un, Mevlâna’nın söyledikleri arasında bir kesiklik bulunmadığı gözleniyor. Bir yandan tarihsel cürümler sorgulanırken diğer yandan nesnelerin insanın dünyasını dağlayışı dillendiriliyor. Bu anlamda kendi macerasından koparılan insanın yeniden kendi menkıbesini oluşturması için ip atıp ilmek tutmayan yöremizde bir ses, bir soluk gürleştirilmeye çalışılıyor. Buradan hareketle söylenen, yazılan şiirin insanlık macerası içerisinde zaman zaman ağıta dönüştüğünü, zaman zaman mütevekkil bir insanın duruşunu sergilediğini, zaman zaman isyanlar, retlerle tutuşan bir şiirin dolaşıma girdiğini gözlemlediğimizi söyleyebiliriz. Yâni şiir ne saf bir isyandır, ne salt bir kabulleniştir. Her ikisi de olabilen bir şeydir. Hayat oyunu karşısında yenilgilerin muzaffer olduğu dönemlerin şiiri, insanın acıyan yanlarının yontulduğu, inceltildiği ve bir yürek hâline getirilmeye çalışıldığı bir şiirdir. Hayatın hakikati karşısında hayatla barışık, âsude zamanların içlenmelerine karşılık olarak “Sevgili en sevgili ey sevgili uzatma dünya sürgünümü” diyen şairin işaretlediği zaman, mekanik bölünmüşlüğün yaşandığı bir dönemden, hayat bütünlüğünün kurulduğu bir döneme bir göndermedir, diyebiliriz. Bugünden geriye baktığımızda bir arayışın şiiri, yatağını derinleştirirken, bir inkârın şiiri de serpilişini sürdürüyor. Çünkü yalanla hakikat aynı kefede bulunmaz.

Narlı: Ömer Erinç’in gelenekle bugünü birleştiren bu bakış açısına bir eklemede bulunmak, daha doğrusu bu bütünleştirmede sözü edilmeyen bir noktaya değinmek istiyorum. Bugünün şiirini gelenekle arasındaki kırılmayı işaret ederek bütünleştirirken “arayış” bir ortak payda olarak gösterilmiş oldu. Yalnız bu belirlemenin bir ayağı kırık. Çünkü tepeden bir bakışla bugünün şiirinin “arayış” sözü edilen geleneğin (Yunus, Mevlâna) bir “telkin” şiiri olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Erinç: M. Narlı’nın telkin şiiri olarak nitelediği Yunus, Mevlâna ve benzeri şairlerin hayata katılışlarına yaşadıkları dönemden bakmak gerekir. Söz konusu şairlerin söyledikleri bir telkin şiiri olarak görülse de aslında bir yeniden yorumlama faaliyetidir. Yaşanılan çağın imkânları içerisinde hayata katılan söz konusu şairler, hayatı yeniden yorumlamanın, yeniden biçimlendirmenin, hayata kendi edasını kazandırmanın kozasını dokumuşlardır. Dönemsel olarak bakıldığında, böyle bir yan gözüküyor gibi olsa da var olan kaynağa yakın bulunuş, hayatı şekillendiren şelaleden kana kana içiş, böyle bir söyleyişi beraberinde getirmiştir diyebilirim.

Göktürk: Buraya gelmişken modern şiirle, atıfta bulunduğumuz geleneksel şiir arasındaki temel bir farkı belirtmek istiyorum. Modern şiir, bireysel olanı öne çıkarırken, geleneksel şiir, soyut gerçekten yola çıkar.

Erinç: Modern hayat, kolektif bilinç yerine bireyci ben’i hayatın öznesi kılmıştır. Aşkın olana kafa tutan hemcinsini kurdu olarak değerlendiren modernitenin yeni insan trajik beninin yankılanışını hakikat yerine koymayı seçmiştir. Böylesi bir seçimle yüz yüze gelen birey, dökülen yanlarını toplayamayan biri olarak çığlık çığlığa koşturuyor dünyada. Onun için de iflah olmaz bir hayatın müdavimi kalmayı yeğliyor sonunda. Epriyen, birbirinden habersiz uzuvlarıyla modern insan, çölleştiren bir maceranın tutkunu olmaya adıyor ömrünü. Mahşeri vicdandan ses bulamayan şair de kendi beninin döküntülerini toplama arayışına girişiyor. Bu anlamıyla dünün şiiri bir yeniden yorumlama, bir tanımlama şiiriyken, bugünün şiiri bir sorgulama, bir yeniden temellendirme, hayata yön verme faaliyeti olarak gözüküyor.

Yukarıda sözünü ettiğim şiirler (Zarifoğlu, Bayazıt vs.) bireyin bireyliğini yeniden kurmasının yönlerini işaretliyorlar gibidirler. Çünkü modernitenin yönsüzleştirdiği toplumsal birim olarak ailedeki bireyler, Ali Göçer’in ifadesiyle “Anne kuzeye bakar / Baba güneye / Ayrı iklimlerde göz göze” ortada yol, yön birliğinin bulunmadığı bir durum vuzuha kavuşmuş olur. “Aşkım ve oyuncak atım geride kaldı” diyen Mehmet Narlı da geleneğin öğeleri olarak karşımızda duran aşkın ve atların hayatımızdan çekilişlerine hayıflanmıyor mu?