“ÇORAK TOPRAKTA AKIP GİDEN SES”: ERDEM BAYAZIT
1
Şair; sorular sorar. İşaretler sunar muhatabına. Bitip tükenmeyen enerjisiyle, kalubela sözlüğünden kelimeler seçer. Gökleri otağ yapan şiirden, yeryüzüne aşılar yapar. Hakikat bağının çiçeklenmesine uğraşır. İç evinde yediverenleşen şiirini sürer namluya.
“Adım: MÜSLÜMAN.” kimliğiyle rüzgârlaşır hayatta. İçteki karmaşayı yok etme eylemliliğinin keşfine adanır. Ruhu dengeleyen ayetlerin şelâlesinden doyasıya içer. Şifalar üreten Şafii’nin zikrine koşar. Kalbi yumuşatan evrensel insan dergâhına kaydolur. İnanç çağan kabullerin gözcülüğünü belertir göğsünde.
Beyhude yaşamakların filozofluğunu şakıtmaz şahsiyetinde. Başıboş akıntıların ardı sıra sürüklenmez. El bebek gül bebek yürütülen züppeliklerin halayıklığını şorlatmaz aklında. Aşkını, ütopik tasarıların dırdırına onaylatmaz. Materyalist hafakanların yaylımını susturur. Evreni olduran manevi özün çığırında kanatlanır. Eşyaya ve insana bakışta özümlenmesi gereken ölçütü gösterir okura.
Vahyin; şahsiyeti yetkinleştiren ilkeliliğini yapılandırır toprakta. Varlık sorunsalının anlaşılıp bilinmesine ödevlenir. Düşünceden ürperen bir bilinçle eğilir yazdıklarına. Evreni ışıkla donatan kelamı seslendirmeye yönelir. Karmaşa yerine, ahenklilik filizleyen İbrahimlerin izini sürer. Özü, aşkta sağanaklaşan tabiatın şiir hâlini kükretir ruhunda.
Gurbet elde yazılıp çizilen arzuhâlin cilâlanmasına görevlenir. “Bohçası boş, öteberisi eksik, ağzı kuru, canı aç”lıktan simsiyah; huzura çıkmamaya ant içer. Alevleşen gönlün sızısını dindirmeyi amaç edinir. Gereğinde söylenilmemiş sözün afetinden sakınır. Eminlik pratiğinin yerüstünde mevzi kazanmasını ilkeleştirir. Kalemini, umutsuzlaşmak sulfatasına daldırmaz. Kaderde olanın insana ürküntü vermeyeceği hakikatine sımsıkı yapışır. Avare böcek olmayı estirmez yöresinde.
Hayat pratiğinden süzülenlerle, hayal dünyasını kaynaştırır. Miladın VII. yüzyılında; insana, emeğe saygı özelinde yapılanan devletin partizanlığını seçer. Gündeliğin harcıalem manevrasında böğürmemek için; “Sebeb Ey”den, “Risaleler”e (Tabiat Risalesi, Aşk Risalesi, Savaş Risalesi, Ölüm Risalesi) ve “Gelecek Zaman Risalesi”ne dokunarak örgütlenir. “Nida Beyitleri”yle arayışın, adanışın aşk burcunda ballanışını özümler. Hayatın bütün evrelerinden güller gezdirir kalbinde.
Şiirin, şairliğin yöntemler öğreten açılımından; iç oluşumuna destekler edinir. Şairce bakar yaşadıklarına. Bir gün sevgilerinin, nefretlerinin, aklının, bilincinin, korkularının, hayretlerinin kendisini terk edeceği inancına içten bağlanır. Eğilip de sualler yığar kalbine! Ne yaptığını, geriye neler bıraktığını eşeler. Hayatın, doğumun ve ölümün anlamı üzerine düşüncelerini açıklayan şair;
“Doğum ve ölüm! Her şey bu iki nokta arasında mı? Niçin varım? Öncesi olmayan bir hayat olabilir mi? Sonrası olmayan bir hayatın anlamı var mı? Doğayı nasıl okumalıyız? Ölüm gelince bedenimi terk edip giden; aklımı, bilincimi, sevgilerimi, nefretlerimi, sorularımı, cevaplarımı, korkularımı, hayretlerimi heybesine doldurup götürenin peşindeyim. Kadere inanıyorum. Önceyi ve sonrayı kuşatanın farkındayım. Anlamsız hiçbir şey yok. Her şey anlamlı ve müthiş bir ahenk içinde! Bütünlüğü yakalamak, aklın yanılsamalarından arınmak!”la mümkündür sonucuna varır. Oluşun bir hikmet üzere devam ettiğini söyleyerek; önceyi/sonrayı kuşatanın bilgisine ulaşmayı gaye edinir. Onun şairliği özelinde söyleneceklerin izini buradan sürmek gerekir. İnanç önceliği dışta tutularak, Bayazıt şiirinin iç dokusu kavranamaz. Şiirin yapısını oluşturan malzeme üzerine teknik çözümlemeler yapılır ancak.
2
Eşyalaşma çağın albastısı oldu. İnsan; başına buyrukluğuyla ufalandı. Tanınmazlaştı iyice. İçiyle, dışıyla, dünyasında zebaniler gezdirmeye başladı. Çağla bütünleşmek adına; tapınacağı tanrısını kendisi üretti. Hilkatten yüklendikleriyle ilişkisini kopardı. Alenen köleleştirdi mevcudiyetini. Şiirin, iç evreninde nefesleşen gerçekliği keşfetme ülküsüne yabancılaştı. Varoluşunu; soy soylayan devamlılığın inşasına ikna edemedi. Bilemedi, kangreni eylemleriyle ektiğini!
Şiiri de eşyalaşma panayırında aradı. Ruhun atı olmaktan çıkardı. İçindeki sesle, dış dünyadaki görüngülerin yerini değiştirdi. Saçmanın ödünsüz savunucusu olmak tutumunu idealleştirdi. Şiir dilini kalbin seslenişi olmaktan çıkararak nesnelerin övülmesine indirgedi. Fikri hürlüğü, vicdanı hürlüğü; eşyayı kutsallaştırmakta aradı. Türettiği mukaddeslerin partneri oldu. Yavrulayan aşüfteliklerin şarıltısıyla arınmaya yeltendi. Zihnini; “yakıtı, insanlar ve taşlardan oluşacak ateşin” hazırlanışına görevlendirdi. İç dünyasında, alavere dalaverenin duayenliğini estirdi. Tehlikenin boyutlarını fark eden Erdem Bayazıt;
“Şiir eşyanın kalesi değil ruhun atı olmalı diye düşünüyorum. Şiir dili daha çok kalbin sesine ayarlı olmalı…” temennisiyle acınası hâli anlatır. Şairi, şiir okurunu, asla, öze dönmeye davet eder. Kabukta oyalanmaktansa içe bakmanın, içe yönelmenin zorunluluğunu beyan eder. Dünya görüşünü ve şiirdeki öncülerini de açıklayarak;
“Mutlak”çıyım, ruhçuyum. İlle bir şiir felsefesi söz konusu olursa bu Sezai Karakoç’un tanımladığı “Diriliş” kavramı çerçevesinde aranabilir. Medeniyetler arası muhasebe noktasında “Büyük Doğu” ve “Diriliş” mekteplerinin mütevazı bir işçisi olmaya çalıştım.” der. Zamanı onaracak atılım gücünü buralarda görür. “Mutlak”la insan arasına sıvışan tuzakların, söz konusu girişimlerin örnekliğiyle aşılacağını belirtir. Mekânın bu türden çabalarla işlevsellik kazanacağını kayda geçirir. Eşyanın eşyalığı, insanın da insanlığı özelinde yorumlanması gereğini okura bildirir.
Beslenme kaynakları konusunda da, şiir okuruna bilgi verir. Tavrını; “Büyük Doğu” ve “Diriliş” çizgisinin işçiliğinden yana koyar. Çağ insanını albastılardan arındıracak hamlelerin buralardan neşet edeceğini belirtir. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un insana yönelik atılımlarından hız alan sanat-edebiyat estetiğinin eğiticiliğini vurgular.
O; “Tanzimat” hareketinin millet ruhunda gedikler açtığının farkında olarak düşüncesini şekillendirir. Osmanlı insanını batılı kalıplara göre biçimlendirmeyi hedefleyen “Tanzimat”; ailenin dağılışının da ön habercisidir. Şaire göre; batı öykünmeciliği zorlamasıyla fizikötesi arayışların yayılışı durdurulmuş, insanlık fiziğin acımasız dişlisine rehin bırakılmıştır. “Materyalist, pozitivist, rasyonalist esintiler”in yön bulduracağı kanısı oturtulmuştur kalbe.
Şiirin kanalları tıkanmış, gelenekle bağı da kesilmiştir. Kök ağacıyla bağlantısı kopartılan şair/şiir, sayrılıkların güzellemesine mecbur edilmiştir. Mutlakçı, ruhçu tekliflerin işleyişinin sonlandırılmasıyla hedonist yaklaşımların idealleşmesi arzulanmıştır. Öte dünyasız bir hayatın övgücülüğü başlatılarak; şiirin iç dünyayı parıldatan işlevi görmezden gelinmiştir. Onun için şirazesini bulmak akdindeki şiirle, şair tanışmak zorundadır. Çünkü “Önümüzdeki yüzyılda daha çok ruhçu değerlerin, fizikötesi arayışların ağırlıklı olaca”ğı kesindir. Önümüzdeki örnekler, durumu belgeler niteliktedir.
Şaire göre; Sezai Karakoç, yeni dönemdeki inşa hareketinin öncü kişisidir. O; örneğine az rastlanabilecek yetkinlikte bir şair/düşünürdür. Darmadağınlaşan şiir yatağını keşfederek toparlamıştır. Geleneği yeniden yorumlayarak, şiirin/şairin modern dönemdeki istikametini işaretlemiştir. Görüş ufkunu zenginleştirerek şiir ve şiirin malzemesini ifrazattan arındırmanın kavgasını önceden vermiştir. Ruhları istila eden madde sisini aralayarak; şiire itibarını kazandırmıştır. Öncülünü kendisi var ederek “Ulu Şair”likte karar kılmıştır. Şan, şöhret avcılığına soyunmadan, sahih yaşamak zevkini filizlendirmiştir.
Erdem Bayazıt da Sezai Karakoç’un gösterdiği doğrultuda sanatçı kişiliğini örer. “Ulu Şair”i kılavuz edinerek görüş açısını oluşturur. Şiirini; şairliğini geleceğe taşıyacak malzemeyle kurar. İnanç kimliğini sanatçı kimliğine önceler. Hayatıyla yazdıkları arasında ilişkisizliğe geçit vermez. Şiirin kalıcı olabilmesi için de;
“İnsanoğlunun ruh burkuntularına ışık tutan, yerel gerçekliği evrensel bakış açısı içine yerleştirebilen, yaratılışta var olan diyalektik çatışmadan bütüncül terkiplere ulaşabilen, sahip olduğu tarih ve medeniyet bilincine vurgu yapabilen ve nihayet dilin ifade gücüne yeni açılımlar getirebil.”me özelliklerini bünyesinde taşıması gerektiğini söyler.
Şairin; varoluşu mayalandıran medeniyetin sesini işitmekten kaçınmaması gerekir. Çünkü terkibini kendi uygarlık köklerinden alan şiir bütünü yarına kalır. Diğerleri zamanın akışına dayanamaz da eriyip gider. Sükûtla karşılanıp sessizliğe itelenir. Suya yazılan yazı örneği buharlaşır. Unutulur çabucak.
3
Erdem Bayazıt şiirinde, çağı sorgular. İnsanı ufalayan makineleşmenin, eşyalaşmanın, kutsalsızlaşmanın, betonlaşmanın, ruhsuzlaşmanın hesabına durur. “Sebeb Ey” seslenişi bu bilinç durumunun ifadesidir. Âlim Kahraman’ın deyişiyle onun şiiri; “bir ünlem şiiridir. Tonu yükseltilmiş bir sesleniştir.” Çünkü insanlığın onurunu ufalayan cadılarla çarpışmaya ödevlenir şair.
Şiirinin ilişki düzeneğinde, öncelikle birey vardır. Acıları, umutları, umutsuzlukları, yengileri ve yenilgileriyle, bireyle içlidışlı yürür. Onun çığlığı olarak toprağa karışır. Bireyin bu sesinin toplum bütününe yayılmasını hedefler. Umutsuzluk bir muştuyla karşılanarak umuda dönüşür onda.
Şiirinin damarlarından umutsuzluk akmaz. Bireyde başlayan şiir; kişide kalmayarak toplum katlarına yayılır. Şiiriyle; “Kurduğu ilişki “bireyden bireye” değil, “bireyden topluma” şeklinde ifadelendirilebilecek bir karaktere sahiptir. Ormanı görmeye ayarlıdır bu yaklaşım, ağacı ayırt etmeye değil.” Şairin bakışıyla; toplumdaki temel eğilimler, yönsemeler görülmeden birey anlaşılamaz. Çünkü organizmayı göremeyen, organizmayı oluşturan dokuyu da göremez.
Onun sesi, uyarıcı bir sestir aynı zamanda. Topluma yönelirken uyarıcı olan bu ses, Allah’a yönelen boyutu içersinde ise yakarıcıdır. Âlim Kahraman’ın yorumuyla; “Topluma doğru uyarıcı ve harekete geçirici olan şairin sesi, Allah’a yönelen boyutta yakarıcıdır.” Kul olduğunun idraki içersinde hareket eden şair; uyarırken de yakarırken de insanlık hâlleri dışına çıkmaz. Beşerlik sınırlarında kalarak ödevini tamamlar. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’la; Erdem Bayazıt’ın, insana, hayata ve topluma bakışı bu noktada ilişkilenir.
Mehmet Can Doğan’sa; “Bayazıt’ın şiirinin önerisinin köklerini Mehmet Âkif’te bulduğu, Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a uzanarak Cahit Zarifoğlu’na ulaştığı” görüşündedir. Bu algı biçimini bir devamlılığın ifadesi olarak anlamak gerekir. Aslında adı geçen şairlerin her birinin birbirinden ayrı şiir tutumları vardır. Aynı kuşak içersinde yer alan Cahit Zarifoğlu; bilinçaltı akışları yoklayarak şiirini zenginleştirirken, Erdem Bayazıt dışa dönük bir şiir yazmayı benimser. Rasim Özdenören de Cahit Zarifoğlu ve Erdem Bayazıt şiirini karşılaştırarak; “Cahit zarifoğlu, müslümanın yaşantısının özenilir ve özlenir yaşantı olduğunu belirleyebilmek için çoğunlukla anılara yönelir, toplumun bilinçaltını dile getirir. Erdem Bayazıt’taysa bilinçaltı yok gibidir, geçmişe değil, geleceğe yöneliktir ve bu görünümüyle köktenci (radikal) bir niteliktedir şiiri. Onun geçmişe yönelişi bile bir hesaplaşma biçiminde ortaya çıkar, yitirilmiş geçmiş için hesap sorar.” tespitinde bulunur. Onun şiiri; hesaplaşmacı, muhalif bir şiirdir. “Mazlumun hak talebi” görünür bir dilek olarak seslendirilir. Dirim ve umudun simgesi ise bir ağaç hâliyle yer alır Erdem Bayazıt şiirinde.
Ses olarak Nazım Hikmet ve Ahmet Arif şiiriyle çakışıyor gibi görünse de; o, farklı olanın şiirini yazar. Temelde ezilmişlerin hakkının ödeneceği güne ilişkin yaklaşım tarzıyla söz konusu şairlerden ayrılır. Toplumsal kimliği anlatırken de, Anadolu’ya dışardan birisi olarak bakmaz. Aşkları, tutkuları, inançlarıyla; Anadolu insanını Müslüman kimliği içinde anlatır.
Yeryüzüne bakışında ise sömürüye, sömürgeleştirmeye karşı savaşır. Cezayirliyle, Macarla, Vietnamlıyla, Çekoslovakyalıyla, Filistinliyle, Türkistanlıyla, Kafkasyalıyla aynı safta yer alır. Bunlar arasında bir ayrıma gitmez. Hepsinin ortak noktası zulme karşı direnmeleridir. Tavrını mazlumdan yana koyan şair; zulme başkaldıran herkesle omuz omuza verir. Söz konusu halkların; zulme direnişini, Anadolu’nun müstevlilere direnişi olarak algılar. Emek hırsızlarına, alın teri simsarlarına zıpkınlaşan kalemiyle karşı durur. Emperyalizmin kızılına da karasına da cephe açar. Ezilen insanla saf tutabilmek kavgasına öncelik verir.
4
Günümüz insanı kuşatma altındadır. Çimentonun, apartmanlaşmanın, gökdelenlerin yükseltilişinden ötürü istikametini kaybetmiştir. Şehir bir tutukevine dönüştürülerek, burada yaşayanlar ablukaya alınmıştır. Aşksız, ülküsüz, tutkusuz ve hayalsiz yaşanmaktadır burada. Hiçbir şeyin insana mahsusluğu bırakılmamıştır. Mahremiyet göklere çekilmiş, semalara varıncaya kadar istilaya kalkışmıştır insan.
Kendi eliyle canavarını üreten yüzyıl insanı, kâbusun çarkında debelenmektedir. Ahlaki olanın paranteze alındığı bu yüzyılda âdemoğlu, teskinini Tanrı’ya başkaldırmakta aramaktadır. Bir sesle boğulmakta, bir seslenişle irkilmektedir. Reflekslerini harekete geçirme yetisini kendisinde bulamamaktadır.
Azaları zapturapt altına alınmışlığıyla dik kafalılık gösterememektedir. Nereden ne gelirse, baş üstüne diyebilmektedir. Nereye yönelse, yükseltilen bir duvarla önü kesilmektedir. Görüş mesafesi perdelenmektedir. Önünü göremesin diye setler inşa edilmektedir. Kadavrasının üstünde zar atıldığının farkına varmak mecali bırakılmamaktadır kimsede.
Olanlara rağmen; umut, yine de söz konusu insandadır. Ola ki bir gün yaşananlara dur diyebilme cesaretini kendisinde bulur. Kuşatmaları yarar da özgürleşir. Dönüp yitiklerine bakabilir yeniden. Erdem Bayazıt; çağrısını, sorunlar yumağıyla uğraşanlara yönelterek, ezilenlere seslenir. Dön de hilkatine bak der âdeta. Böylesine sorumlu bir eda içinde çoğaltır şiirini. Kuşatma altındaki insanı konu edinen şair;
“Duvarlar çıkıyor önüme
Şehrin mahpus yüzlü duvarları
Hiçbir sır kalmamış ardında hiçbir duvarın
Nereye gitti diyorum benim elbisem nerede
Şehir soyunmuş diyor biri
Şehrin elbisesini çalmışlar
Bütün şehir çöküyor yüzünde bir insanın
Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle
Mor bir kâbus çöküyor üstümüze
Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle.” diyerek yaşananlar hakkında insanı uyarır. Onu, yitiklerini aramaya davet eder. İnsanı; çalınmış giysilerini bulmaya çağırır. Yaşamı delik deşik eden köleleşmenin hicapsızlığını sorar. Tabiattan kopan çığlığın duyulmasını ister. Bütün yapının birer suç aygıtına dönüştüğünü izah eder. Aşka, inanca, toprağa, insana veda çizgilerinde gelişen hayatı sorgular. Ama umudunu yitirmez. “Bir adam belki de en çok bir rüzgârdır şimdi” söylemiyle umudun korunduğunu gösterir. Her şeye elveda diyen şehirde, dirilişin imkânlılığı inancından kopmaz. Geçmiş zaman hatıralarına dönerek; küllerinden doğan Anka misali hayatın yörüngesini bulacağını umar.
Şair; bayram günlerini, bayram günlerinde su gibi yumuşayan yürekleri, şehrin bizim, evimizin kendimize ait olduğu zamanları, sığınacak yataklarımızın olduğunu, camilere dolup tüm olmaya erdiğimiz zamanları hatırlayarak;
“Bizim ellerimiz vardı şimdi onlar nerede
Kadife gibi okşardık çocuk yüzlerini şimdi onlar nerede
Şehirde evler olurdu sıcak odaları olurdu evlerin
Sığınacak yataklarımız olurdu bu bizim yatağımız derdik
Bayram günleri donanırdık su gibi yumuşardı
yüreklerimiz
Camilere dolardık tüm olmaya ererdik
Biz vardık şimdi o biz nerede” diye sorar. İnsanı kendiliğinden koparan yabancılaşmayı gündemine alır. Bize ait olanların dayatılan hayat sonucu kaybedildiğini anlatır. Kaos ortamının tanığı olarak şair; “Durmasın ulu rüzgâr şehri göklere savursun” dileğinde bulunur. “Şehrin Ölümü”nde, “Şehir bir mahşer gibi içimizde ölür.” söyleyişiyle şehrin ölümünü ilan eder. Çünkü şehir sonunu kendi hazırlayarak; varlığını yok oluşa terk etmiştir.
Şair; bu ölmüş şehirde yaşamaktan gına getirir. Ama buradan gitmek yerine, burada kalarak şehri diriltmeyi ister. Nuri Pakdil’e ithaf ettiği “Birazdan Gün Doğacak” şiirinde;
“Zaman akar yer direnir gökyüzü kanat gerer
Siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde
Karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüz
Soluğunuz umutsuz ceylanların gözyaşına sünger
Gün doğar rahmet eser bulut dolanır
Rahmet şarkısı söyler bulutlar
Alnınız en soylu isyandır demir külçelere
Gürültü susar ses donar sevgi tohumu patlar
Sessiz bir bombadır konuşur derinlerde” diyerek rahmetten umut kesilmeyeceğini haykırır. Hâlâ iman güneşi şavkıyan gözlerin mevcudiyetini görür. Umutsuz ceylanların gözyaşına sünger olacak; ölümsüz çiçeği göğsünde yürüten diriliş ve direniş ustasının varlığından haberdar olur. Alna demir külçelere isyan soyluluğu biriktiren tohumun, sessiz bir bomba haliyle derinlerde patladığını hisseder. Gürültünün susacağı, sesin donacağı, rahmet bulutlarının şarkı söyleyeceği zamanların gelmesini diler. Yeryüzü insana mescit kılınmış, tarih gecesini sonlandıracak şafak ufuktaki dönüşüne başlamıştır. Sırttaki yılan derisini sıyırmaya gelmiştir sıra. Çünkü;
“Kargaların sırtlanlarla anlaştığı bir günde
Bir yabancı fırtınaya tutulan yapraklarım
Kudüste Mescid-i Aksada
Belki bir batı karanlığında Topkapıda
Yangına uğramışsa
Duymaz olmuşsa kulaklarım göklerin muştu sesini
Elbet kıracağım bir gün bu ihanet kelepçesini
Çün defterler açılıp hesaplar soruldukta
Yetimin hakkı soruldukta yoksulun hakkı soruldukta
Milletim omuz omuza verip
Kıyama duruldukta.
Gündüzler nasıl beklerse gecenin bitmesini
Sabırla söküyorum bu tarih gecesini.” denerek tutsaklık haritasından zafer coğrafyası doğuracak günler beklenmektedir. Kalpler, özgürlük türküleriyle nakışlanmaktadır. Sabır, savaş ve zafer bu müjdeci sesin besleyenleridir.
“Savaşçı yüreğinden savaşçı yüreğine” aktarıla gelen bu ses; “Kızdı mı cehennem, sevdi mi cennet” kesilen Müslüman’ın sesidir. “Her çizgisi tarihten bir yaprağı, Her kırışığı sorulacak bir hesabı anlatan” bu ses yeryüzünü sarmalıdır. Sınanan “Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır.” Çileyen insanlık hakikatiyle;
“Bütün bunların üstüne
Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim
Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim
Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli
Adın kurtuluştur ama söylememeliyim
Can kuşum umudum canım sevgilim.” denir.
5
“Risaleler”; Erdem Bayazıt şiirinin tabiata, aşka, savaşa, hayata ve ölüme açılan kapılarıdır. “Tabiat Risalesi”yle başlayan yolculuk “Ölüm Risalesi”nde sonlanır. Destansı özelliklerle örülen bu şiirlerde; bir bakıma insanın, hayatın varoluş hikmeti anlatılmaya çalışılır. Şairin şiir ülkesini besleyen damarları zikredilir. İnsanlık hâllerinin tercümanı olarak şair; gurbet, hasret burçlarından geçerek hikmet burcundaki yetkinliğe erer. Lirizmin güçlü örneklerinden sayılabilecek bu şiirler toplamında; coğrafya ile tarih, inanç ile aşk, savaş ile ölüm iç içe girer. “Sebeb Ey”de hesabı sorulanların, ülküsel bakımdan izahı yapılır. Geçmiş zamandan iz sürmelerle; şimdiki zamanın, geçmiş zaman görkemliliği içersinde yaşanması arzulanır.
Medeniyetlerin kurucu öğesi “hicret” şiirden çizgilerle resmedilir. “Ebedî göç”ün provası anlamındaki “hicret”in bu dünyada yankılanışı anlatılır. Vaktine hazır ol çağrısı yapılır insana.
Vakitse, dolunay vaktidir. Tepelerin ardından bir gelen vardır. “Yakın komşumuz ay!” Görünmek için değil, gök armağanlarını dağıtmak için yola çıkmıştır. Herkes nasibince ortaktır buna. “Anne eş çocuklar evlatlıklar/Paylarına düşen kadar adlarına yazılan kadar” ortaktırlar! Onlar ki büyümekten yorulmayan kalp sahipleridir! “Aşkı, ıstırabı, vefayı, isyanı” bir arada yaşarlar. Kerem’in, Yusuf’un, Kays’ın topraktaki izini sürerler. Kavalıyla sümbülleri emziren Ferhat’ın; koyunları, böcekleri, çiçekleri sadakatten mest ettiği vakitleri ararlar.
Tabiatın derinliklerinden yükselen bir sesle hayata bağlanırlar. Derviş olamamakla birlikte başıboş kalmamanın sevincini tadarlar. Yorulup yorulup durulacakları günlerin, gerçek yorumu bulabilecekleri gün olacağına inanırlar. Hayatın işleyen tuzakları karşısında umutlarını yitirmezler. Bu hayatın zorunlulukları ve gerekirleri olduğu gerçeğini kabullenmekten kaçınmazlar. Yapılması gerekenlere tevessül etmek durumunu görmezden gelmezler. Şair;
“Çıkıp dağlara yaylalara
Susmak istersin
Ama yalnızca susar gibi görünürsün
Derviş olamadın
Ama başıboş da kalmadın
Ey durup durup dalgalanan kalbim
Yorulup yorulup durulduğun gün
Gerçek yorumu bulabilirsin.” der. Susmak istenilse de susulamayacağını haykırır. “Gürül gürül akan bahar özsularını” içmeye çağırır insanı. “Şelâleler yaparak/Sağa sola saparak” akan kanın, üreyen dalların yerden göğe ağışlarını seyre dalmaya! Tabiatın zikrine tanıklık etmeye davet eder. Çam dalları arasından sızan rüzgârın soluğunu, sürekli zikir üzere olan pınarın sesini, bir sabah salâsında evrenin efendisi için açılan gülleri, doğuşu idrak edilen tan yıldızını, diriliş muştucusu horozları, kuzuları, kuşları, acıkan ve acıkmayan cümle varlıkları zikir üzere görür.
Güzlek’te;
“Doğan güne gülümseyen çocuklar
Ve sonra
Hepsini kuşatan
Ve kıyama duran
Kalbim
”Tabiatın içinde tabiatla birlikte” diyerek eylemlerin en soylusuna niyetlenir şair. Sabah demidir. Huşu ve huzur saatlerinde, kıyama durur. Aşkın bereketiyle yunmak, yorulmamak için günün ve güneşin kapılarında yürür. “Güneşin/Mızrakların ucuna takılıp /kaldığı/bir vakitte/Diriliş erlerinin yüreklerinden/yayılan”, “Yeni bir vakte eriyordu yürekler/ yayılıyordu o muştu/o coşku/o haber.” Taze bir haberle dirilmek istekliliğindeki şair; “Aşk Risalesi” kıvamında! Bir adı da yorulmamak olan aşk ile;
“Dirilmek yeniden
Yerin uyanması gibi kımıldaması gibi toprağın
Bulutları yarması gibi gün ışığının
Yağmurun ansızın boşanması
Binlerce kuşun bir anda parlaması havalanması
Erimesi gibi karların ve buzulların
Patlaması gibi dal uçlarında tomurcukların
Dirilmek yeniden
Yüzyıl süren bir berzahtan geçmişiz gibi
Kandan kinden öfkeden
Üstümüze bir sağanak boşanmış gibi
Sürekli lekelendiğimiz çözülmeye terkedildiğimiz
Bir bataktan çıkar gibi.” olur. İnsan; çürümek durumunda kalmışlığından ıraklaşır. Çürümek durumunda kalmış eller, kulaklar ve gözler: savaşmayı unutan erkeklerle, anne olmamak yarışındaki kadınlardan itibarlarının iadesini isterler. Çocukluk yeryüzüne saltanatını yeniden kursun da aşkın son hamlesi başlasın dileğinde bulunurlar. Dağıttıkça çoğalan bir zenginliğin bereketiyle sınanırlar. Kayalardaki ebedî bilince şahitlik ederler. “Makam-ı İbrahimde rastlanan ayak izlerini” sürmeye sözleşirler. Yeryüzünün bereketlenip çiçekleneceği vakitleri beklerler. “Asrı Saadet” özlemiyle yanıp tutuşurlar. “Yüreğimizi kuşatan/O kitaptan/Okunanı” varoluş sözleşmesi yaparlar. “Savaş Risalesi”ne kaydolan duyarlıklarıyla;
“Bir gelen var
Emin haberciden
Emin olana
Ondan da sıddîk olana ve sadık olanlara
Sohbete erip
halkada duranlara
yürekten yüreğe
yol bulanlara.
Bir gelen var
Bütün kıtalarda beklenmekte
olana
ayarlanmış
kulaklar
İlkin çobanlar duyuyorlar
Sonra ağaçlar
kurtlar
kuşlar
Çünkü onlar bilirler dinlemeyi
Onların elindedir toprağın nabzı
İlk onlar sezerler yeni olanı
Rüzgârlarla geleni
Bulutlardan ineni.” beklerler. Bir kavisten geçerek durulmak saltanatına ererler. “Evrenin Efendisi”dir gelen! Cümle varidat, eşlik etmektedir yolcuya. Kimisi kokusunu taşımakta, kimisi haberini ulaştırmaktadır. Medine kırları sevinçten çalkalanmaktadır. Yürekten yüreğe yol verilmektedir. Ok atma, hayata coşkunluk katma zamanı gelmiştir artık. Bedir, Uhut, Hendek göklerinde döne olaşa yankılaşmaktadır savaşçı. Yürekler, kılıcın hakkının ödenmişliğine ayarlanmaktadır.
“Kardeşin biri bir safta/Öbür safta diğeri/Baba/Oğul/Bir yanda” çarpışmaktadır. Her biri Sıcak savaşlar için bilenmiştir. Sümeyra kadınsa bendinden boşanmış yağmur gibidir. Gelenden gidenden “Evrenin Efendisi”ni sorar. Bir mahşer gibi dalgalanır yüreği. Koşa koşa sonunda bir kalabalığa varır. ‘Evrenin Efendisi’ni arar içlerinde. Erkeğinin ve oğlunun şehit olduğu haberini alır. Sonunda “Evrenin Efendisi”ni görür de şükür makamına erer. “Yaratana Hamd olsun/Yaratıp imtihan edene/İmtihandan geçirip zafere erdirene/Bilinçleri bileyip sabırlar verene/Rahman olana/Rahîm olana/Muîn olana/Hamd olsun.” der. Teslimiyet burcuna evini kurar. Fiziğin kıyısındansa metafiziğin mecrasına kayar. Damla damla oluşan hayatın maverasından kımıl kımıl büyüyen ölümü okur. “Her an/Farkındayım/Az az öldüğümün” diyerek vakti diriltmeye ödevlenir. Bakar ki “Tekrarlayıp duruyor saat/Vakit de mahlûktur.” diye. Çünkü “Toprak/Ölüme aç/Ölüme muhtaç” yaşanansa “Hayat”tır. “Bir elektrik kesilmesi gibi/Kesilir tûlu emel.” Karar kılınır musalla taşında:
“-Merhaba ey refik-i âlâ!”
6
Bundan sonrası bilinmezlikler dünyasıdır. İnsanın; gelip kapısında beklediği zaman konusunda bilgisi yoktur. Yaratanın tasarrufundadır gelecek! Âdemoğlu; söz konusu bilinmezliğin gönüllü tutsağıdır. İstenilse de bilinmez “karadelik”in dışına çıkılamayacağını kavrayan şair;
“Merhaba gelecek zaman:
Ey bilinmez karadelik
Biz senin mahkûmların
Her an kapısındayız işte
Gönüllü tutsakların.” diyerek insanın gelecek zamanın kapısında diz çökmek mecburiyetinde olduğunu anlatır. Anlatılan zaman; bir bakıma dünyayı kana bulayanlarca açık artırmaya çıkartılmaya uğraşılan zamandır. Zorbaların tasallutu altında tutmak istedikleri! Kudüs’ü, Bağdat’ı, Hama’yı, Humus’u, Bosna’yı, tutsaklaştırarak vakti bölük pörçük edenlerin oynaşlarıyla nefes nefese tokuştukları vakitlerdir. Yapılanların da ötesini okuyan Erdem Bayazıt;
“Nil’i kelepçeleriz
Fırat’ı hançerleriz
Yağmalıktır Amazon
Tuna bir kanalizasyon!
Akan karaderililerin kanıdır Misiori’de
Kızılderililerinki Missisipi’de” dizeleriyle katliamların varıp dayanacağı noktayı gösterir. Çiçeklerin, böceklerin ve önüne çıkan her şeyi ezenlerin kandan göletler oluşturmak istekliliğini ortaya serer.
Şiir ki vahametin anlatıldığı aynadır. Nitekim Cahit Zarifoğ’lu da bunları söyleyip geçerek; “bu dünyadan şiire ayna” olmuştur. Hayret makamında dokuduğu şiirleriyle ışığı “atı” yapmıştır. Olanlar olmuş, olacaklar içinse; umut, damarlardaki yürüyüşüne devam etmektedir. Yeter ki umutsuzluk boğmacasının kapıkulu olmadan yaşanabilsin!
Yer toprakta yeni türküler için beklemeyi göze alabilen şair;
“Gör kısraklar ne taylar doğuracaklar
Onlar
Koşarak kavisler çizerken meydanlarda
Sen fatih bakışlarla
Seyrederken;
Doğada tüm canlılar
Ne tür cümbüşlere duracaklar
Bebeğim
Bir bilsen!” diyerek “fatih bakışlar”a sahip olmanın şiirini yazar. Fethe müyesser fatihlerin de vaktin dönemeçlerinde sınandığını zapta geçirir.“Derviş Burcundan”;
“Bir yüzüm Batıya dönük
Bir yüzüm Doğuya!
Arkamda bütün yönler
Önümde kıble!” açıklamasıyla “Her nereye dönerseniz Allah’ın veçhi oradadır.” ayetine atıfta bulunur. “Bütün yönler silme Mekke” der aleni. Kararlı, sabit bir duruşla;
“Azığım bir lokma
Hırkam: Evim.
Elim işte;
Oynaşta gözüm!” söylemiyle dervişlik tavrına açıklık getirir. Müslüman’ın tavrının tezekkür makamında bütünleneceğini bildirir.“Şehir ve Doğa Burcundan” da söz eden şair;
“Bütün canlılar
Aşkla mest aşkla diri
Yağmurun sesini dinler gibi
Dinliyorlar birbirlerini.” diyerek âlemdeki uyumdan, dengeden, haktanırlıktan, canlılar arasındaki tesanütten bahseder.
Erdem Bayazıt şiiri, mümin bir zihnin şiiridir. Şair; arayış ve adanış süreçlerinden geçerek; nihai gerçeklikte sükûn bulmuştur. Sonunda sözün özetini keşfederek;
“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm” ikrarıyla şiirden evine yaslanır. Ölümü; bir yeniden doğuş-diriliş- ekseninde algılar. Hiçleşme, yok olma kıvamsızlığında algılamaz. Ölümü içimizde gezdirdiğimize, ölümün bizden ırak olmadığına dair ikrarıyla şiirini sürdürür. Bir inanma, yaşama pratiğinin şiirden gramerini sunar bize.
*7 Edi İklim, Erdem Bayazıt Özel Sayısı, Sayı: 215-216, Şubat-Mart 2008

























